Son Dakika

“Antroposen’de Inferno”

Hâkim dünya görüşü tüm aygıtlarıyla birlikte insanı kuşatmış, onu görünene tapan, suretin ötesine geçemeyen, yüzeyde ve yüzeysel kalan uyuşuk bir insan modeline indirgemiştir. Adı ister modernite, ister kapitalizm, ister pragmatizm olsun insanı homoeconomicus olarak gören ve işine geleni yapmakta kendini sınırsız bir hürriyete boğan ve amaca giden tüm yolları mübâh görenler ne adla adlandırılırsa adlandırılsın yanlış yoldadır. Şimdi zaman doğruluk zamanıdır, ibreyi “olan”dan “doğru”ya çevirme zamanıdır -en azından bazılarımız için… Daha önceki yazılarımda insanın insanla etkileşimi üzerinde durmuştum. Yüzyıllar boyunca insanın elde ettiği bilgi, birikim, tecrübe ve teknik ilerleme ile insani ilişkilerde ne durumda olduğunu resmetmeye çalışmıştım. İnsanın insanla olan münasebetinden hareketle bu yazımda da özellikle, insanın içine doğduğu, içinde yaşadığı çevreyle olan münasebetine değinmeye çalışarak bu yazı silsilesini devam ettireceğim.

 

Pandemiyle birlikte pek çok kişi için hızlı ve yoğun tempolu hayatlarından biraz olsun sıyrılma, kabuklarına çekilip yavaşlama ve bu yavaşlama neticesinde düşünebilme fırsatı doğdu. Her kriz yeni fırsatlar demektir aslında. Haydi, elan, pandemiyle görünür olan ancak daha öncesinde de pek çok insani drama, doğa katline, diğer canlı türlerinin sonuna sebep olan Dünya’yı sorunlar yumağına çeviren insana ve insan icraatına dair okumalara devam edelim.

 

“Ölçü güllerin belleğiyse bir bahçıvanın öldüğü asla görülmemiştir”

Harikulade romanlarıyla, derinlikli fikir yazıları ve denemeleriyle tanıdığımız Amin Maalouf’un Uygarlıkların Batışı adlı eserine baktığımızda Dünya’ya ilişkin hiç de hoş sedalar gelmediğine şahit oluyoruz. Amin Maalouf on iki kuşak Osmanlı hanedanlığında yaşamış olan atalarının değişmeyen bir dünyada, gelip geçen bir beşer olarak durağan bir hayat yaşamalarına rağmen kendi hayatının da içinde bulunduğu bu zamanın “sürekli değişim içinde kendini bulamamak” çağına dönüştüğüne dikkat çekiyor. İnsanlığın, herkesin gözü önünde başkalaştığını, insanlık serüveninin tarihin hiçbir döneminde hiç bugünkü kadar vaatkâr ve tehlikeli olmadığını vurguluyor. Tüm zamanların en parlak teknolojik ilerlemelerine tanık olurken; daha önce hiç görülmemiş bir şekilde insanlara ait tüm bilgi artık parmaklarımızın uçlarındayken; insan ömrü daha uzun ve daha sağlıklı iken; üçüncü dünya ülkeleri bile geri kalmışlık zincirini koparmışken karanlıktan bahsetmek yersiz mi diye soruyor ve ardından cevabı yine kendi veriyor: Hayır bu kaygılar ve karanlık kıyamet tabloları yersiz değildir. Tarihte ilk kez insanoğlu kendini her türlü felaketten kurtarıp tam bir özgürlük ve refah ortamına ulaşmanın tüm araçlarına sahip olmuşken maalesef ki son sürat tam tersi istikamette gitmektedir. Uygarlıkların Batışı adlı deneme kitabında Maalouf insana ve gidişata dair tüm fikirlerini rahatça ve nesnel bir biçimde okuyucularıyla paylaşıyor ve dünyayı o şaşaalı Titanik gemisine benzeterek günümüz insanının dümeni doğru yöne çevirebilme becerisini gösterip gösteremeyeceğini soruyor ve limanda değil gemide olan biri olarak endişelerini biteviye dile getiriyor.

 

 

Batmakta olan bir uygarlıktan ve bu uygarlığın geleceğe güvenle bakamayan, şaşkın, öfkeli, mutsuz, yönünü kaybetmiş insanlarından bahisle deneme kitabını bitiren Maalouf, Empedokles’in Dostları adlı yeni çıkan romanında bıraktığı bu yerden meselesini devam ettirerek olası bir geleceğin distopik halini resmediyor. Maalouf pek çok eseriyle serdettiği fikirleriyle dünyanın kötü gidişatına işaret etmekte, insanların gerçeği görmeleri ve harekete geçmeleri için gerek deneme gerek roman tarzında verdiği eserlerde kalemini ustaca konuşturmaktadır. İnsanoğlunun gelmiş olduğu nokta itibariyle kendi eliyle hazırladığı kıyametine dikkat çeken, Dünya’nın geleceği üzerine bolca düşünmeye sevk eden Maalouf okuyucularına bu romanıyla beşer kibrini alaşağı eden Empedokles’in Dostları ile insanoğlunun sorguya çekilişini büyük bir keyifle izleme fırsatı sunuyor.

 

Dünya’nın görünen yüzündeki tahribata ilişkin Antony Giddens, İklim Değişikliği Siyaseti adlı eserinde hemen hemen herkesin ne anlama geldiğini bildiği “iklim değişikliği” ve “küresel ısınma” terimleri üzerinde durarak; bu terimlerin modern endüstrinin yıkıcı etkisiyle ortaya çıktığını ve Dünya’nın geleceğini tehdit ettiğini iddia etmektedir. Giddens, bu kötü gidişata dur demezsek sonumuzun yakın olduğuna, geç kalmış bir reaksiyonun bizi bu kötü sondan kurtaramayacağına inanmaktadır. Hatta bu iddiasını kendi deyimiyle “Giddens Paradoksu” olarak adlandıran yazar, bilimsel verilerle Dünya’nın yakın gelecekte beklenen kıyamet tablosunu çiziyor; kurtuluş için kitabında sık sık devletlerin ve kurumların üzerine düşenleri yapması gerektiği hususlarda uyarıcı nitelikte tavsiyelerde bulunuyor. Ancak en etkili girişimlerin sivil toplum ve uzak görüşlü insan eylemlerinden doğduğunu da belirterek yirminci yüzyıl ikinci yarısında ortaya çıkan birtakım hareketlerin küresel ısınma meselesine nasıl yaklaştıklarını ve olumlu olumsuz tüm yönüyle alternatif enerji güçlerini irdeliyor, okuyucu zihninde net bir tablo oluşması için epey çaba sarf ediyor.

 

 

Günümüzde önümüze pek çok kıyamet senaryosu konulmaktadır. Bunlardan biri olan iklim değişikliği ve küresel ısınma çokça speküle edilen meselelerden biridir. Bir taraf çok ciddi tespitlerden Dünya’nın sonuna doğru hızla yol alındığından dehşetle bahsederken diğer tarafta pek çok kişi konformizmin kucağında bu söylenenlere kayıtsız kalmakta, kulak ardı etmektedir. Şahsen ben nominalizm tuzaklarına düşmekten sakınan bir fert olarak adına ne denirse densin modernizmin kavram ve argümanlarıyla ortaya atılan her görüşe temkinli yaklaşmayı ilke edinmiş biri olarak küresel ısınma terimlerine karşı ilk tepkimi şöyle vermiştim: “bu mesele de modern, kapitalist sistemin bir korku dünyası inşa ederek insanları şekillendirme çabasıdır” Ancak bizatihi yaşadığımız şu Dünya’da mevsimlerdeki farklılaşmalar, ani hava değişiklikleri, şehirleri nefes alınmaz yaşanmaz hale getiren hava, su, ışık ve gürültü kirliliğinin de elbette ki ayırımına varanlardanım. Vasat bir gözlemci bile çıplak gözle şu güzel Dünyamızın raydan çıkmış olduğunu görebilir. Bu bozguna, yozlaşmaya, gezegenin hoyratça kullanılmasına ve kirletilmesine kayıtsız kalmamız mümkün değildir. O yüzden adına şu ya da bu demeden varolan çarpıklıkları, yanlışları görerek dünyanın iyileştirilmesi faaliyetinde ferdi çabaların çok önemli olduğuna inananlardanım. Bu inancımın gereği olarak harekete geçtim ve bu hususta radikal bir kararla yaşam biçimimi değiştirme kararıyla yeni bir “güzel dünya” kurmanın eşiğindeyim diyebilirim. O yüzden yaşanabilir bir dünya kurma; sürekli tüketen yerine üreten, sürdürülebilir bir aile modeli sunma; enerji tasarrufu ve hasadı ile kanaatkâr yaşama; çöp üretmeden geri dönüşüme dayalı bir yaşam döngüsü kurma; daha fazlasını istemek yerine elinin altındakiyle yetinmesini bilerek yaşama gibi hususlarda küresel ısınma aktivistlerinin çözüm olarak sunduğu eylemlerle benim inanıp aksiyona geçirdiğim edimlerde benzerliklerin bulunması geyet doğaldır.

İster inanalım ister inanmayalım Dünya’nın gidişatına ilişkin acı bir tablo var önümüzde. Giddens’ın bahsettiği gibi endüstri devrimi ve onun getirdiği yaşam tarzının yıkımları ve küresel ısınma üzerinde kısaca durmanın faydalı olacağını düşünerek bu yazıda bu hususlara dikkat çekmek istiyorum. Çünkü bazılarımız tehlikenin boyutlarına tam anlamıyla vakıf olamadıkça harekete geçemeyen bir tipolojiye sahibiz. Giddens’ın verdiği bilgiler ışığında şu veriler gezegenimiz için tehlike çanlarının çaldığını göstermektedir: 1880’den 1970’e kadar Dünya sıcaklığı her on yılda 0.03 derece artarken 1970’ten bu yana 0.13 derece artışa geçmiştir. 650 bin yıl içinde karbondioksit oranı hiç bugünkü kadar yüksek olmamıştır. Kuzey Kutbu’ndaki buz katmanları her yıl ortalama %3 incelmektedir. Dağ buzulları her iki yarım kürede de hızla erimekte, kar tabakaları incelmektedir. Dünya sıcaklığındaki artış nedeniyle deniz seviyeleri 18-38 cm yükselecektir. Küresel ısınmanın en korkutucu etkisi ise Batı Sibirya’dan başlayıp Kuzey İskandinavya, Kanada ve Alaska üzerindeki turba bataklığının, donmuş toprak tabakasının çözülmesiyle ortaya çıkacak olan korkunç miktardaki karbondioksit ve karbondioksitten daha tehlikeli metan gazı salınımıdır. Bu bağlamda çoğu kişi için hâlâ muğlak görülen bu meseleyle ilintili olsun ya da olmasın kötü giden bu “seyri” iyiye çevirme adına harekete geçme gereğine sanırım kimsenin itirazı olmayacaktır. Ne de olsa ne zaman gerçekleşeceği muğlak olan büyük kıyamete karşılık kendi küçük kıyametimiz ensemizde solumaktadır. İnanıyorum ki yaptığımız yapacağımız iyilik ve güzellikler artarak çoğalacak ve Dünya’yı daha yaşanılır hale getirecektir. Karınca misali yaptığımız işlerle arzu edilen neticeye ulaşamasak bile vicdanlarımız rahat, iç huzurumuz tam olacaktır. Ayrıca biz seferle mükellefiz zaferle değil. Bize düşen emrolunduğu gibi dosdoğru olmak, doğru ve güzel olanı yapmak, insanlık yararına çalışmaktır. Sonuç Allah’ın takdiridir.

Ömer Madra Kıyamet Tacirlerine Karşı Kıyam Et adlı eserinde Giddens’a benzer şekilde birtakım verilerle Dünya’daki gidişata ilişkin endişelerini ve buna son vermek üzere yapılanları ve yapılabilecek olan şeyleri “yok oluş isyanı” kavramıyla seslendirmiştir. Madra, Giddens gibi küresel ısınmanın insan kaynaklı olduğuna inanmaktadır. Giddens’ın önerilerine ilave olarak gezegen üzerindeki tahribatı azaltmak için bireysel olarak yapılacakları farklı bir boyutla ele almıştır. Bu hususta en önemli etkiyi et ve mandıra ürünlerini tüketmekten vazgeçerek sağlayabileceğimizi iddia etmektedir. Çünkü Dünya üzerindeki ekilip dikilebilir alanların %75’i sadece bu sektör için kullanılmakta, adeta işgal edilmektedir.  Muazzam miktarda yaban hayatı barındıran toprakların tarıma ayrılarak buradaki canlıların yok oluşuna sebep olmak da işin cabası. Oxford Üniversitesi’nden Prof. Joseph Poore gezegen üzerindeki yıkıcı etkimizi azaltmanın tek ve en büyük yolunun vegan beslenmeden geçtiğini iddia etmesi de dikkate değerdir.

Dünyanın dengesinin bozulmasının, küresel ısınma sorununun en büyük sebebinin büyükbaş hayvan yetiştiriciliği olduğu iddiasını duyduğumda ben de kulaklarıma inanamamıştım. Konuya ilişkin okuma ve araştırmalarımı derinleştirdiğimde bugünkü haliyle kapalı yerde gerçekleştirilen endüstriyel hayvancılığın gerçekten her yönüyle ne kadar yanlış olduğuna ikna oldum. Çok sayıda büyükbaş hayvanın kapalı, havasız, dar mekânlarda, sağlıksız koşullarda bir et fabrikası şekline dönüştürülmesi; suni ortamda ve suni yemlerle beslenmesi; bu sağlıksız koşulların zararlarını telafi etmek için antibiyotik ve ilaca boğulması ne akla ne vicdana sığar. Game Changers adlı belgeselde et tüketiminin insan sağlığına sanıldığı ve iddia edildiği gibi fayda sağlamadığına ilişkin izlediklerim de et üretimi ve tüketimi hususunda beni bir kez daha düşünmeye sevk etti. Yine bir başka belgeselde ete benzer şekilde kafamdaki süt “tabusu” da yıkıldı. Yeryüzünde sütten kesildikten sonra hâlâ süt içmekte ısrarcı olan tek canlı türünün insanlar olduğunu öğrenmek; bir hayvan yavrusunun belki tonları bulan kiloya ulaştırmak üzere terkip edilmiş bir besin maddesinin insan yavrusu tarafından kullanılması neticesinde bedenimizdeki fazla kazeinle mücadelede iflahımızın kesildiğini öğrenmek beni gerçekten çok şaşırttı. Kazeinin sindirimi için sadece bebeklik döneminde bedenimizin ürettiği lap enzimini üreten genin bebeklik dönemi sonrasında işlevini yitirmesi de aslında bebeklik dönemi sonrasında süt tüketmememiz gerektiğine işaret ediyor. Tüm bu şaşkınlık içinde et ve sütten tamamen vazgeçmeliyiz gibi rijit bir tavsiyede bulunmak gibi bir niyetim yok ancak gayri insanî koşullarda et fabrikası şeklinde endüstriyel hayvancılıktan acilen vazgeçilmesi gerektiğini, sütü süt olarak değil de yoğurt, ayran, kefir ve peynir olarak tüketmenin daha faydalı olacağını ısrarla söyleyebilirim.

Endüstriyel hayvancılık yapan bu devasa sektörle mücadele edebilme imkânımız nedir diye soracak olursak Madra’nın iddialarıyla hayali sükuta uğrayabiliriz çünkü Madra’ya göre bu sektörleri ellerinde tutan küresel sermaye sahipleri medyayı kontrol ve manipüle etmektedir. Dolayısıyla ne küresel ısınma ve iklim değişikliği konusu ne de sağlıksız koşullarda işletilen endüstriyel hayvancılık meselesi medyada olması gerektiği kadar yer alamamaktadır. Yapılan yanlış uygulamalar duyarlı birkaç insanın cılız çığlıkları dışında diğerlerinin ilgisizliği, bilgisizliği ve tepkisizliği nedeniyle ısrarla ve kontrolsüzce devam etmektedir.

Madra da insan kaynaklı iklim değişikliği ve küresel ısınma meselesinde bireysel hareketin gücüne inanıyor. Ne de olsa altı ayda bir cep telefonu değiştirmek gibi tuhaf adetleri olan bir insan topluluğuna devletin yapabileceği bir şey söz konusu olamayacaktır. Ancak ferdi çabaların artırılması topluluk, devlet ve Dünya çapında bir kelebek etkisi yaratma gücüne sahiptir. Madra’ya göre bu belanın müsebbibi olan insanı harekete geçirmeyi başarırsak torunlarımıza yaşanabilir bir dünya bırakma imkânımız olacaktır.

Madra’nın iddialarından biri de medya sektöründe olduğu gibi siyasette de küresel para babalarının siyasetçileri kontrol altında tutma ve yönetme çabasında olmalarıdır. Bu baskı ve kontroller öyle boyutlarda cereyan etmektedir ki NASA’da çalışan bilim insanı James Hansen’in 1988’de gezegenimizin seyrine ilişkin  söylemiş olduğu her şeyin gerçekleşmiş olmasına rağmen konuyla ilgili görüşleri yüzünden katılmış olduğu protestolarda dört kez tutuklanması siyasi baskının gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Noam Chomsky de tıka basa dolu olan ceplerine biraz daha para tıkmak için insanlığın geleceğini tehlikeye atan insanlara ne ad vereceğini bilemediğini ifade etmektedir. Chomsky’nin çizdiği ruh hali, mevcut tablonun ne kadar karanlık olduğuna, duyarlı insanların tedirgin ve karamsar olmalarında ne kadar haklı olduklarına işaret etmektedir.

Gülser Ö. Kayır Doğaya Dönüş Topluma Ekolojik Bakış adlı eserinde 21. Yüzyılın modern insanının, kendisi için çözüm diye ürettiklerinin süreç içinde nasıl ve ne denli büyük sorunlara dönüştüğünü bilimsel temellerle net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kayır, ekonomi, sosyoloji, felsefe vb sosyal bilim dallarıyla günümüzün ekolojik sorunlarını ilişkilendirerek egemenlik alanının sınırlarını çiziyor ve tahrip edilen çevreye karşı birey duyarlılığının önemini vurguluyor. Yazara göre ekolojik sorunlar 70’li yıllardan sonra yoğunluklu olarak ulusal ve uluslararası düzeyde ülkelerin gündemine girmiştir. 1987’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sunulan “Ortak Geleceğimiz” adlı Brundtland Raporu”nun uyandırdığı yankılar Dünya’nın ekonomik gelişimine önemli etkiler yapmıştır. Bu raporla yerkürenin geleceğinin tehdit altında olduğu, sınırsız gelişim karşısında maruz kaldığı baskılara artık katlanamayacağı, kalkınma ve büyüme stratejilerinde çevre faktörünün de artık dikkate alınması gerektiği vurgulanmış ve “sürdürülebilir kalkınma” kavramı öne çıkarılmıştır.

Yazara göre toplumsal örgütlenme yapımız, insanın insanı sömürmesine dayalı hiyerarşik yapı, doğayı egemenlik altında alınması gereken bir nesne olarak görme biçimi ve kapitalizm pazar mantığı gibi unsurlar ekolojik yıkımın köklerini oluşturmaktadır. Tüm bu unsurların etkisiyle atmosfer bileşimi değişmekte, ozon tabakasındaki delik büyümekte, yeryüzünün ısısı artmaktadır. Deniz, akarsu, göl, yer altı sularının kirlenmesi insanlığı beslenme sorunlarıyla baş başa getirmektedir. Toprak yıkımları, erozyon ve orman ölümleri; oksijen kaybıyla biyolojik zenginliklerin, flora ve faunanın yok olması da bu ekolojik yıkımı önü alınamaz boyutlara taşımaktadır.

Kayır, “insan merkezci” bakış açısıyla yol almaya devam edersek ekosferde hiçbir canlıya yaşam olanağı vermeyecek sonuçlarla karşılaşacağımız hususunda okuyucularını uyarmaktadır. Batı’nın bilimsel yaklaşımının temel özellikleri arasında; canlı varlıklar içinde insanı özel bir yere koyarak onu istisna kabul etmesi, sebep-sonuç ilişkisini saptamak üzere bütünü parçalara ayırarak indirgemeci bir yöntemle olgulara yaklaşması, objektif olma kaygısıyla doğanın dışında kalarak araştırma yapması sayılabilir. Ekolojide ise insan doğanın üstünde bir varlık olarak ele alınmaz, insana diğer tüm canlılar içinde sadece bir tür olarak bakılır. Kayır ekolojinin “bütün, parçaların toplamından farklıdır” anlayışıyla meseleye yaklaştığını; sisteme yönelik olduğunu; olay ve olgulara bütüncül bakış açısıyla baktığını; parçalar ve parçalar arası ilişkiler ağını da hesaba kattığını dile getirir.

Gülser Ö. Kayır ekolojik yıkımın boyutlarını ayrıntılarıyla göz önüne serdiği eserinde bireysel çözüm önerileri de sunuyor. Avrupa Araştırma Merkezinden Prof. Edouard Bard’a göre 19. yy’ın sonlarından itibaren insan edimi sonucunda karbondioksit oranı %32, sanayileşmeyle beraber metan gazı oranı %151, azot oranı %16, ozon yoğunlaşma oranı %35, fosil yakıt kullanımı %46, kloroflorokarbon kullanımı %24, ormansızlaştırma %18, tarımsal faaliyetler ise %9 oranında iklim değişikliğinden sorumlu tutulmaktadır. Tüm bu olumsuzluklar içinde kökeni insan edimine dayanan bu yıkımın çözümü için birey olarak ürettiğimiz ve tükettiğimiz ürün ve atıkların farkında olmalı, çöpü azaltmalı, geri dönüşümü artırmalı, attığımız her adımın ekolojik sonuçlarına karşı duyarlı bir yaşam tarzı benimseyerek sorumluluk sahibi bir insan olmalıyız. Tüketim oranımızın ekolojik ayak iziyle doğru orantılı arttığının bilincinde olmalı ve yanlış tutum, davranış ve alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz. İnsanı her şeyin üstünde bir varlık olarak görme garabetinden de acilen vazgeçmeliyiz.

Kayır da Giddens ve Madra gibi ulusal ve uluslararası bazda çözüme yönelik sahada olan hareketlere, ekolojik köy sistemlerinden örneklere eserinde yer vermiştir. Onlardan farklı olarak Permakültür, ekolojik tarım, Hidroponik yöntem (topraksız tarım), Akuaponik yöntem gibi alternatif tarım faaliyetlerini; Folkocenter gibi yenilenebilir enerji üretimi örgütlenmelerini; Gaia projesi gibi alternatif teknolojiler üretme faaliyetlerini ve duyarlı insan topluluklarını Türkiye’den ve tüm Dünya’dan örnekler vererek okuyucusuyla paylaşmıştır.

Günümüz dünyası birtakım erk sahiplerinin güdümü altında bir kukla sahnesini andırmaktadır. Biz kuklalardan gözümüzü çevirip kuklacıyı görmedikçe bu perde hiç kapanmayacak. Karanlıklara küfretmenin de faydası yok. Sürekli büyümenin ve sürekli ilerlemenin büyüsüyle efsunlanmış bakışlarımızı bu hipnozdan kurtarmayı öğrenmemiz gerekiyor. Dünyada sürekli büyüyen tek şey kanser hücresidir. Kanser hücresi gibi sürekli büyümeye odaklı bir kitlesel üretim olgusu patolojik bir durum arz etmektedir. Hem sosyal, siyasal, ekonomik hem de ekolojik anlamda hastalıklı hallerden sıyrılarak, nereye varacağını gör(e)mediğimiz sürekli ilerlemeyle senkronize seyreden sürekli tüketme anlayışından sıyrılmalı; belki zoraki bir iyimserlikle de olsa ümitlerimizi iyinin, güzelin ve hakça yaşamın hâlâ mümkünlüğüne inanarak yeşertmeliyiz. Gitgide daha da kararan bir Dünya’da yaşıyoruz. Ama unutmamalıyız ki aydınlığın en yakın olduğu an, karanlığın en zifiri anıdır. Bu karanlık hal, haz ve hız tutkunu, konfor düşkünü, tüketim çılgını insanın infernodan kurtuluşu ve özüne dönüşü için son uyarı olabilir… Hâlâ seçim şansımız var: bu karanlık, infernonun dibacesi mi olsun ya da aydınlık günlerin habercisi mi?

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir