Son Dakika

İçimizdeki İyiler

İnsanın adını verdiği, olumsuz pek çok davranışı nedeniyle kendi eliyle kendi sonunu hazırladığı bu son dönem “antroposen” çağda, insan edimleri nedeniyle bozulan dengenin acilen onarılması gerekiyor. Durumun farkında olan pek çok insan ve topluluk doğru olanı hayata geçirmek için canla başla mücadele ediyor. Bir önceki yazımda paylaştığım konuyla alakalı eserleri ve bu olumlu iş ve örnekleri devam ettirerek bu yazımda da güzel örneklerle, insanları harekete geçirecek, hareket halinde adımlarını güçlendirecek bilgi ve tecrübe paylaşımında bulunmayı hedefledim.

İnsan kaynaklı edimler neticesinde bozulan Dünya dengesini onarmak, rotayı doğru yöne çevirmek üzere neler yapılabileceğinin örneklerini bulduğumuz ekoköylerin yanı sıra, halihazırda var olan ve sayıları gün geçtikçe azalan aile çiftlikleri modeli de son derece önemli bir modeldir. Ekoköyler Yeni Rotamız’da Julian Rose Dünya’nın geleceğiyle ilgili endişeleri olan ve iyileştirilme sürecine katkı sunmayı düşünen duyarlı okuyuculara rehberlik etmektedir. Ekolojik toprak yönetiminin öncülerinden olan Julian Rose, endüstriyel tarımın hızlı yükselişi ve ekolojik düzeni yıkışı karşısında ekolojik gıda ve tarımı öne çıkarmayı hedefleyen yoğun çalışmalar içinde yer almış ekolojik duyarlılığı olan bir çiftçidir. Küresel şirketlerin açgözlülüğüyle, siyasi becerisizliklerle debelenen bu Dünya’da hakikati arayanlara yol gösterici niteliği haiz bu eserinde Rose, bütüncül bakış açısıyla üretkenliğe dayalı bir hayat dönüşümünü salık veriyor, bu dönüşümün nasıl gerçekleşeceğine dair önemli tavsiyelerde bulunuyor.

Rose eserinde günümüzün sürdürülebilir niteliği olmayan, birer suç yuvasına dönüşen metropollerin insandaki “irade” ve “ihtiyaç” duygusunu yok ettiğini, modern yaşam tarzının ideal bir model olamayacağını ve hayatta kalma içgüdülerimizle terk ettiğimiz o eski yaşam biçimine rahatlıkla dönebileceğimizi savunmaktadır. Rose’a göre sürekli azalan doğal kaynakların daha fazla kâr takıntısıyla sömürülmesi gezegene gerçekten ciddi zararlar vermektedir ve bu modern mit “devamlı büyüme” olgusunun istikrarlı bir toplum için önkoşul olarak dayatılması son derece yanlıştır. Devamlı büyümesi gereken şey ekonomi değil flora ve fauna çeşitliliğiyle ekolojidir. “İlerleme” ve “kalkınma diye adlandırılan şey, aslında Dünya’nın dört bir yanındaki masum topraklardan hâlâ çalınabilecek olan zenginliğin son zerresini de paraya çevirecek, kâr güdümlü, dar görüşlü ve kesinlikle sürdürülemez nitelikli bir yarıştır. Yenilenebilir olmayan doğal kaynakların (insan hayatı da dahil) yanlış ve kötüye kullanımının “ilerleme” nosyonuyla temellendirilmesi aldatmacadan başka bir şey değildir. Dünya nüfusunun %2’sinin grotesk düzeylerde, %20’sinin ise çok az kazandığı bu küresel ekonomik düzen hiçbir şeye sahip olmayan ve az bir kazanç için harcadıkları çaba karşılığında durumunu iyileştirme imkânı bulamayan insanların kan, ter ve gözyaşları üzerine kurulmuştur ve bu meşum düzen aynen devam etmektedir.

İlerleyen bilim, teknoloji ve mekanizasyon nedeniyle “doğayla olan kadim bağımız” zayıflamıştır. Tarih boyunca insanoğlu tarafından atılan her yaratıcı adım aynı derecede bir yıkıma yol açacak şekilde yozlaştırılmış, kontrolden çıkmıştır. Dünya topraklarının %40’ından fazlası verimliliğini kaybetmiş ve toprak kimyasal gübreyle desteklenmeden bir şey yetiştiremez duruma gelmiştir. Son yüzyılda batı yarım kürede yetişen sebze türlerinin %98’i yok olmuştur. Bugün insanların gıda ihtiyacının %80’den fazlası, sayısı onu geçmeyen bitki türüyle karşılanmaktadır. Bitki mülkiyetini gasp eden birkaç ulus ötesi şirket nedeniyle Dünya’daki yaşamın temelini oluşturan genetik havuz bu yüzyıl bitmeden kuruyacaktır. Rose’a göre tohumlarını kaybeden, topraklarını yok eden bir medeniyet ölmeye mahkumdur.

Sentetik girdili zehirli tarımın geleneksel yöntemleri ortadan kaldırması son derece hızlı olmuştur. Hayvan gübresi ve yonca gibi doğal yöntemler yerini kısa sürede sentetik kimyasallara bırakmış, sentetik kimyasallar neticesinde savunmasız bırakılan toprak ikinci bir zehir olan ot ve böcek zehirleriyle sağlıklı ve verimli niteliğini kaybetmiştir. Toprak, bitki, hayvan ve insan sağlığının tek bir dinamik döngünün birbirinden ayrılmaz parçaları olduğu inancına dayalı Gaia teorisini hatırlatan Rose, fakirleşen topraklarımızı, gıdamızı, flora ve faunamızı gerçekten tekrar canlı hale getirmek istiyorsak tarım sistemimizi bu teori doğrultusunda şekillendirmemiz gerektiğini vurgulamaktadır.

Rose’a göre mesele sadece doğaya geri dönmek, onunla kopan bağlarımızı sağlamlaştırmak değildir. Asıl mesele “kendi geleceğimizi belirlemek için yeterli gıda bağımsızlığını kendi kontrolümüz altında mı tutacağız yoksa bu özgürlüğümüzü Dünya’yı yaşanmaz hale getirenlerin eline mi bırakacağız?” meselesidir. İnsan kaynaklı felaketler ve gezegenimizin halihazırdaki durumuna dikkat çekerek yapılması gerekenleri okuyucularıyla madde madde paylaşan Rose’un önerileri arasında en dikkat çeken noktalardan biri de dinamik köy toplulukları oluşturma fikridir. Çünkü Rose’a göre gıda bağımsızlığımızı elimizde tutabilmemizin tek yolu küçük ve yerel ölçekli aile çiftliklerinin desteklenmesi ve korunmasıdır. Sürdürülebilir gıda üretimi için en uygun model, hayvancılıkla tahıl, meyve ve sebze arasındaki simbiyotik ilişkileri destekleyen, çevreye saygılı aile çiftliği modelidir. İyi bir çiftçi, yetiştirdiği ürünlerin temiz, sağlıklı ve yüksek besin değerli olması için çabaladığı kadar hayvanlarının sağlık ve refahı için de çabalar. Tüketici olarak bizler aile çiftlikleri yerine market reyonlarından et almaya devam ettikçe endüstriyel hayvancılıkla hayvanlara yapılan zulmü devam ettiriyor, bir anlamda işlenen “suç” a ortak oluyoruz. Hayvan toplama kampları niteliğini haiz seri üretim yapan fabrika çiftliklerini destekleyerek biz tüketiciler hem hayvanları hem de içimizdeki insanlığı öldürmüş oluyoruz. Sadece bireysel tercihlerimizi değiştirerek dahi Dünya’nın kurtuluşuna, doğal akışın yeniden kurulmasına katkı sağlayabiliriz.

İnsanların öncelikli olarak kendilerini Mamon’un uşaklığından kurtarıp “sahip olma” güdüsünü azaltması ve “olma” güdüsünü beslemesi gerekmektedir. İnsanların maddi takıntılardan kendini kurtarıp iyi şeyler yapmak üzere güzel hedeflere kendisini yönlendirmesi gerekmektedir. Yanlış düşüncelerini düzeltebildiğinde insan en büyük enerji tasarrufu yaparak aklın gücüyle işe koyulmuş olacaktır. Güzel hedefler peşinde tüm canlılara saygılı ve onlarla iş birliği içinde oluşturulacak dengeli yaşam döngüsünde insan boş işlerden, faydasız düşüncelerden, zamanın kurbanı olmaktan kurtulacak, insanlık yararına çalışacak hem kendi dünyasını hem de içinde yaşadığı gezegeni sağlığına kavuşturacaktır.

Rose, mesleki gelişim yerine akademik başarıya endeksli modern eğitimin de açmazlarının farkındadır. O yüzden ekolojik yaşam alanlarında genç-yaşlı kuşaklar arası eğitim ve etkileşimin ön plana çıkarılmasına, enerji ve zamanın yaratılış gayemize uygun şekilde değerlendirilmesine, toprakla yeşertilen doğal yaşamın sağlıkla neticeleneceğine dair düşüncelerini kitabında ayrıntılarıyla açıklıyor. Bu detaylı çalışmasıyla Rose, resmettiği dünyanın ekonomi, tarım, eğitim, bilim, teknoloji, sanat, sağlık, hak, hukuk, adalet gibi çok değişik mefhumlara yer vererek bütüncül yaşamın çerçevesini çizmeye çalışmıştır. Ekoköy kurma düşüncesinde olanlara “topluluk kurma” açısından rehberlik eden Ekoköyler Yeni Rotamız yaşadığı Dünya’ya olumlu katkıda bulunmak isteyenlere “ferdi ve sosyal bilinç” anlamında çok şey katacak değerli bir eserdir.

Ekolojik duyarlılıkla hareket etmek isteyenlere diğer bir kitap önerim de Carlo Petrini’nin Terra Madre’sidir. Kendi bireysel çabalarının önemine son derece inanan, birlik olma hayaliyle yola çıkan mütevazı insanların, küçük çiftçilerin ve sürdürülebilir gıda üreticilerinin serüvenini anlatan bu eser gıdayı “satılacak bir ürün” olmaktan çıkarıp “yenebilecek besin” statüsüne taşımaya çalışan, çalışkan ve üretken insanların hikayesini anlatıyor. Yiyeceğin bizi yemesinin nasıl önüne geçebiliriz? sorusuyla başlayan kitabına 2008 Dünya Toprak Ana/Terra Madre Sempozyumundan alıntılarla devam eden Carlo Petrini Slow Food/Yavaş Gıda hareketinin Toprak Ana’nın Ağları olarak nasıl neşvü nema bulduğunu, ektikleri iyilik tohumlarının nasıl meyve vermeye başladığını, içinde bulundukları hareketin 153 ülkede binlerce eğitim bahçesi, köylü pazarı ve “ortak üreticiler” olarak nasıl bereketlendiğini anlatıyor.

Petrini’nin öne çıkardığı hususlardan biri de doğa-dostu geçimlik ekonomisinin yıllarca marjinal ekonomi olduğu söylenerek alay konusu yapılmasıdır. Buna rağmen gezegeni kurtaracak olan da piyasa ekonomisinden, dolandırıcı ekonomiden çok bu doğa-dostu tarımsal faaliyettir. Küresel gıda sistemi yerine yerel üretime geçildiği takdirde bu büyük bir enerji ve karbondioksit emisyon tasarrufu anlamına gelecektir. Zaman ve mekânı gasp eden, doğayı ve onun güzelliğini yok eden uzun nakliye süreçleri, soğutma, sonu çöp olan paketleme ve depolama masrafları olmadan yapılan ekolojik tarım bizi büyük bir israftan kurtaracaktır. Petrini’nin deyimiyle bu İtalya’da günde 4 bin ton tüketilebilir gıdanın çöp olmasının önüne geçmektir. Son yüzyıl içinde endüstriyel tarımın dayattığı monokültürle biyoçeşitlilik son derece azalmış, gıda egemenliği gıda hegomanyasına dönüşmüştür. Ekolojik tarım, kaynakları yağmalayan, boşa harcayan ve nihayetinde gerçek anlamda ihtiyaçları karşılamaktan aciz olan tüketicilik ideolojisini bitirecektir. Bu da küresel endüstriyle gıda hegomanyasının sonu olacaktır.

Petrini’ye göre ilk sanayi devrimi buhar makineleriyle, ikincisi elektrikle başlamıştır.  Üçüncü sanayi devrimi ise sürdürülebilir tarımsal faaliyet yapan çiftçiler sayesinde temiz ve sürdürülebilir enerjiden doğacaktır. Böylelikle toprağı, kaynakları ve tüm canlı çeşitliliğiyle yaşadığımız Dünya’yı ve kendimizi yenileme imkânı bulacağız. Bizi yiyen “yiyecek” mefhumunu satılan bir meta olmaktan çıkarmış sağlık veren gıda haline dönüştürmüş olacağız.

Permakültür Hareketinin kurucularından Bill Mollison’ın bir eko-topluluk kurma aşamasında olan herkesin okuması gerekir diye tavsiye ettiği, yazar Diana Leafe Christian’ın Birlikte Bir Yaşam Kurmak adlı eseri niyetli topluluk ve ekoköy kurmak, doğayla dost yaşamak isteyenlere kılavuzluk eden güzel bir eserdir. Kurucularından üyelerine kadar tüm paydaşların kurulacak ekoköyle ilgili ekonomik, sosyal ve yönetimsel anlamda bilmesi gereken her adımı teker teker sıralayan Christian eserinde detaylı bir bilgi ve tecrübe dizini oluşturmuştur.

Ekolojik bir adım atmak için henüz hazır olmadığınızı düşünüyorsanız sizi harekete geçirecek bir dizi okuma daha yapabilirsiniz: Murray Bookchin’in Ekolojik Bir Topluma Doğru, Mervyn King’in Dünya’nın Geçici Bekçileri’ni, Ahmet Soysal’ın Bir Ekolojistin Not Defteri’ni, Vandana Shiva’nın Hintli kardeşleriyle küreselcilere karşı verdiği mücadeleyi anlattığı Yeryüzüyle Barışmak adlı kitabını okuyabilirsiniz. Bu kitaplar okura yaşadığı dünyayı anlaması ve gerek bireysel gerekse topluluk olarak çözüm arayışıyla yola koyulmayı kolaylaştırması bakımından son derece faydalı olacaktır.

Dünyayı anlamaya başladığımız an ıslaha yönelik hareketin ilk safhasına geçmiş oluyoruz. Büyük Buhran ve Dünya savaşları sonrası yıkılmaya yüz tutan Amerikan rüyası bir de endüstriyel devrimin yıkıcı sonuçlarıyla kültürel karşı devrim hareketlerini ortaya çıkarmıştır. Toplumsal normlara ve kalıplara uyum sağlamada zorlanan bir genci, yaşadığı topluma yabancılaşan bir çocuğu anlattığı romanında J. D. Salinger, eğitim sistemine, halihazırdaki topluma tepkisini ortaya koymaktadır. Sosyal düzenin kurbanı olan, kendini kapana sıkışmış hisseden bireyin çıkış arayışlarının resmedildiği roman bir anlamda modern dünyanın bunalımından çıkış yolları arayan biz okurlara da harekete geçme gücü verecek ve ideal yaşamın ihdası için üzerimize düşeni yapma hususunda itici bir güç olacaktır. Fikir ve bilgi birikimiyle kurduğumuz kitap dostluğuna benzer tematik bir romanla devam etmek isterseniz bu kitap iyi bir payanda olacaktır. Kötü ve hor kullanılmaya devam eden insanların oluşturduğu bir dünyada kendimizi Holden’ınki gibi yalnız ve yabancı hissettiğimiz şu düzende bu düzenin parçası olanları “sahtekâr” addetmememiz imkânsızdır. Sahtekârları gördükten sonraki ilk işimiz de sahte dünyaları gerçekleriyle değiştirmek olacaktır.

Modern yaşamın çıkmazından kurtuluş reçetesini akıntıya karşı kürek çekerek bulabiliriz. İşte tam bu noktada bize ilham kaynağı olabilecek güzel bir romandan bahsetmek istiyorum. Doğaya, içinde yaşadığı çevreye, beraber yaşadığı insanlara son derece duyarlı, çiçekli elbise giymek yerine botanik bahçesi kurmayı yeğleyen genç bir yetim kızın içinde bulunduğu her ortamı nasıl bilgece kuşattığını, yıkık dökük harabeleri nasıl bir cennet bahçesine çevirdiğini anlatan bu harikulade dönüşüm öyküsü genç, yaşlı her okura iyi gelecektir. Genç Willow Chance, özel yetenekli bir öğrenci olmasına rağmen belki sahipsizliğinden kaynaklanan bir sebeple belki de onu olumlu yönde etkileyecek derecede donanımlı eğitimcilere denk gelememesi nedeniyle kendi yolunu kendi çizmek zorunda kalmış ekstrem bir çocuktur. Willow’un sıra dışı karakteriyle, ilham verici hayatıyla, yürekleri ısıtan hikayesiyle Mucizeleri Saymak okunmayı gerçekten hak ediyor. Yolunu kaybedenlere akıntıya karşı yüz diyerek öğüt veren Willow anlaşılamamasının, daha da kötüsü yanlış anlaşılmasının neticesinde kendisine rehberlik etmek üzere bir psikolojik danışman gözetimine veriliyor. Ancak küçük bir dahi olan Willow’a bu danışmanın ne kendi tuhaf sınıflandırmalarında yer ne de zihin dünyasında çözüm sunacak güç vardır. Ona rehberlik etmekten çok kendisine emanet edilen saatlerde onunla sadece mesai harcamak zorunda kalan danışman Willow’a olumlu katkı sağlama gücünden son derece yoksun biridir.

Bu romanda acı, tatlı tüm ayrıntılarıyla Willow’un hayatına şahit oluyor, etrafındaki insanları ve çevreyi değiştirebilme gücüne hayran kalıyoruz. Büyüklerin teranelerinden sıkılanlara, çocukların eliyle ve gücüyle değişim ve dönüşümün nasıl mümkün olduğunu/olabileceğini gösteren bu roman çocuk saflığına ve doğallığına işaret etmektedir. Mucizeleri Saymak sıkılmadan bir çırpıda okunacak bir roman olarak hem zihinlerimizde hem de kütüphanelerimizde yer edinmeyi fazlasıyla hak ediyor. Tek başına kendi dünyasını kurmada bu kadar başarılı, olumlu etkisiyle başka hayatların da yeşermesini sağlamada bu kadar etkili olan Mucizeleri Saymak dönüşümün eşiğinde olanlara çok şey verecektir.

Küçük bir kızın kendi yaşadığı çevresini bu denli güzelleştirip değiştirebilmesinden güç alarak biz yetişkinler de kendi dünyalarımızı birer mucizevi bahçeye çevirebiliriz. Bu noktada sanırım “yap” listesine başlamadan önce “yapma” listesini gözden geçirmemiz daha doğru olacaktır. Dünyanın geleceğinin tehlike altında olduğunu neredeyse her gün yetkili ağızlardan duymaktayız. Havanın, suyun, toprağın, doğal kaynakların yalnızca kirlilik açısından değil tükenme açısından da hayatımızı tehdit ettiğine şahit olmaktayız. Dünya’nın dengesini bozan insan edimleri nelerdir? Dünyayı kirleten, biyoçeşitliliği yok olma noktasına getiren olumsuz davranışlarımız hangileridir? Bu olumsuzluğu tersine çevirecek bireysel çabalarımız neler olabilir? Kötü gidişatın kötü edimlerinden kendimizi uzak tutmak için önce zihin temizliği yapmamız, göz göre göre yanlış edimlere devam etmememiz, atacağımız her adımda durup düşünmemiz gerekmektedir. Ben kimim? Mevcut kapitalist düzenin kurgu ve kurumları arasına sıkışmış bir zavallı mıyım? Yoksa kendi doğrularını kendi bulup hayata geçirebilecek güç ve kuvvette “kendi” olabilen biri miyim? Yapmak istediğim şey gerekli mi? İhtiyaç mı yoksa lüzumsuz bir heves mi? Bana, çevreme zarar vermeden bu eylemi gerçekleştirebilmem mümkün mü?

Gülin Yücel ve Levent Kurnaz Yeni Gerçeğimiz Sürdürülebilirlik’te 90’lı yıllarda üniversite öğrencilerinin “ekonomi mi? Çevre mi?” diye bir ikileme maruz kaldıklarını, Bill Clinton’ın “Tabii ki ekonomi” adlı görseliyle insanların bu ikilemden hangi tarafı tutmaları gerektiğinin açıkça işaret edildiğini belirtiyorlar. İnsanların çevreye rağmen ekonomiyi desteklemeye yönlendirilmelerine o zamanın hâkim görüşü kapitalist jargon gereğince ve sürekli ilerleme/büyüme/gelişme/üretim ile gözleri boyandıkları için itiraz etmeleri mümkün değildi. Öyle gözüküyor ki bu sınırsız ilerleme/ büyüme/gelişme/üretim fikrinin patolojik bir olgu olduğunu anlamaktan uzak günümüz insanı da hala bu galatı meşhurla kuşatılmış durumdadır. Tam da bu noktada insanların bilinç ve farkındalık düzeylerini artırmak üzere kaleme alınmış bu eser bilimsel veriler ve örnekler ışığında harekete geçme gereğini ve neler yapılabileceğini salık veriyor.

İnsanları sürekli tüketmeye zorlamadan sürekli üretimin gerçekleşmesi elbette ki mümkün değildir. İnsanın eşyaya bakışını değiştirmeye yönelik birtakım girişimlerin mevcut sistem tarafından özellikle yapıldığı da bilinmektedir. 1955’te Life dergisi “Throwaway Living/ At Gitsin Yaşamı” başlığı altında atma edimini bir özgürleşme ve modernleşme unsuru olarak kullanarak insanların davranışlarını değiştirmeye yönelik bir hareket başlatmıştır. Bu hareket 1970’li yıllarda bizde Jill çorap reklamıyla bayraklaştırılmıştır: “Atın atın eskiyen çoraplarınızı atın…” Neticede 90’lı yıllardan sonra insanların tüketim eylemleri önü alınamaz derecede hız kazanmış, sürekli üretim için sürekli tüketim nosyonu hayata geçirilmiştir. 2019 yılında Dünya Aşım Günü 29 Temmuz olarak belirlenmiştir. Bir senelik tüketime karşı kaynakların yenilenme hızını geçtiği gün olarak adlandırılan bu Dünya Aşım Günü her sene daha erken bir vakitte gerçekleşmekte, bir anlamda Dünya’nın sonuna bizi her yıl biraz daha yaklaştırmaktadır.

Ekonomi mi çevre mi argümanında yanlış tarafa itilen insanlar 1950’lerde kaynakların sınırsız olmadığını anlamaya başladılar. 1973 ve 1979 petrol krizleri de bu anlayışı kuvvetlendirdi. 1987’de “sürdürülebilirlik” terimi literatüre girdi. 1992’de Rio’da Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Zirvesi’nde alınan kararların en önemlisi insanların gelişmeye devam edebilmesi için çevrenin de korunması gerektiğine ilişkin karardı. Rio Zirvesi, iklim değişikliği, biyoçeşitlilik ve çölleşmeyle mücadele adı altında pek çok önemli hususları sözleşmelerle gündeme getirdi. Elbette ki bu zirvede ortaya çıkan bilinç düzeyiyle “ekonomi” o sorgulanamaz hükümranlığını yitirmeye başladı.

Dünyanın içinde bulunduğu çıkmazlar sarmalında yaşananları iklim değişikliği olarak değil de iklim krizi olarak niteleyen yazarlar bu krizin iklim felaketiyle son bulmaması için tehlikenin boyutlarına dikkat çekiyorlar. 18 bin yıl önce son buzul çağında felaketten sağ kurtulan insan sayısı binlerle ifade ediliyordu. Bu insan nüfusu 20. yy’ın başına kadar ortalama sıcaklıkları bir dereceden fazla değiştirmedi. Buzul çağı sona erdiğinde Dünya ısındığında karbondioksit seviyesi 280 ppm civarındaydı. Bugün 416 ppm olan bu değerin Dünya üzerinde yaşam ve canlılığın devam edebilmesi için 450 ppm’i aşmaması gerekiyor. Oysa biz her sene bu değeri 3 ppm artırıyoruz. Acil tedbirler alınmadığı takdirde ikinci on yıla erişemeden tedbir alma, tehlikeyi savma şansımızı kaybetmiş olacağız.

Eserde, insan edimleri sonucunda biyoçeşitliliğe verilen zarar, doğanın dengesinin nasıl bozulduğu, WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı)’nın Living Planet/Yaşayan Gezegen raporuna göre 1970-2014 yılları arasında diğer canlı nüfusunun %60 oranında azaldığı açıklanıyor. Bu kötü gidişatın 6. Yok oluşu başlattığı söyleniyor. Diğer beş yok oluşun doğal sebeplerle gerçekleşmiş olmasına rağmen içinde yaşadığımız dönem Antroposen çağının tüm bu beş yok oluşun tersine insan kaynaklı olmasının esef verici olduğu vurgulanıyor. Yuval Noah Harari’nin alıntılanan sözü ise daha da korkunç bir gerçeği dile getiriyor: “Binlerce yıl boyunca seri katil olan Homosapiens artık seri soykırımcıdır.”

İklim krizinin en öncelikli mesele olduğuna dikkat çeken yazarlar çözüm imkânlarının da neler olacağına değiniyor. Eskiden evlerde yağmur suyu toplanan sarnıçlar gibi yağmur suyu hasadı yapabileceğimiz sistemleri kurmamız, kullandığımız suları arıtarak yeniden kullanmamız, mutfak dolabımıza giren gıdadan elbise dolabımıza giren giysiye kadar su ayak izini azaltacak bir alışveriş planlaması yapmamız, tarımda susuz ya da az suyla tarım yapılan uygulamalara yönelmemiz, gıda atıklarını kompostla değerlendirmemiz, her eylem ve hareketimizin bir ekolojik yükü olduğunun farkında olmamız, yenilenebilir enerji kullanımının artmasına yönelik çalışmalar yapmamız gibi yaşadığımız yerden, çalıştığımız yerlere, yediklerimiz içtiklerimize kadar her alanda ekolojik düşünmek zorunda olduğumuzu vurguluyorlar. Son olarak Levent Kurnaz “sürdürülebilir kalkınma” nosyonunun bir oksimoron olduğuna değiniyor. İktisadın temel prensibi olarak kaynakların sınırlılığından bahsedilir. Sınırlı kaynakların olduğu bir yerde, bir şeyin durmaksızın sürekli büyümesine imkân yoktur. Her ne açıdan bakılırsa bakılsın sürekli büyüme işi gerçekleşmesi mümkün olmayan hastalıklı bir düşüncedir.

İklim krizinin en yaygın tesiri Dünya sıcaklıklarının artması olarak bilinmektedir. Son elli yılda yaşanan ve her yıl daha da kötüye giden kuraklık, ani hava değişiklikleri, doğal afetlerin artması, deniz suyu ısısının ve asitlik derecesinin artışı, eriyen buzullar nedeniyle deniz seviyelerinin artması, stabil olmayan iklim değişiklikleri nedeniyle tarımsal faaliyetlerdeki verim düşüşü, biyoçeşitlilikte azalma, gıda güvenliği, açlık, suya erişimde nicelik ve nitelik sorunu, artan sağlık problemleri, insan güvenliği ve ekonomik büyümeye yönelik riskler gibi yıkıcı sonuçlar da bütün bu ekosistemi derinden tehdit etmekte, tüm canlıların hayatlarını tehlikeye sokmaktadır.

Temiz gıda ve suya erişimdeki kısıtlılıklar, ekonomik anlamda dar boğaz, çevresel faktörlerin de etkisiyle yeni bir göç tipini “iklim krizi mülteciliği”ni ortaya çıkarmıştır. Dünya üzerinde bir tarafta her beş saniyede bir çocuk açlıktan ölürken diğer tarafta her beş saniyede bir 300 ton gıda israf olmaktadır. Konvansiyonel tarımla üretimin artmasına rağmen adil olmayan gelir dağılımı nedeniyle açlık devam ediyor, iki milyarı aşkın insan güvenilir besleyici ve yeterli gıdaya düzenli bir şekilde erişemiyor. Oysa şu an sadece israf edilen gıdanın dörtte biriyle tüm açları doyurabilmek mümkündür.

Dünya üzerindeki duruma baktığımızda Dünya’daki yaşam ve canlılığın “sürdürülebilirlik” hususunun bir çıkmaza girdiği görülmektedir. Türkiye’den pek çok yazarın konuyla ilgili makalelerinin derlendiği Sürdürülebilir Bir Yaşam Rehberi adlı kitapta Dünya’nın hali pürmelali ortaya konmakta, kaynakların sorumsuzca kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Dünyanın durumunu biraz da bizden, içimizden birilerinin avazıyla dinlemek isteyenlere bilgi ve tecrübelerini pekiştirmeleri açısından bu kitabı tavsiye ediyorum. Bu makaleler dizininde bilimsel araştırmalara dayanarak verilen bilgi ve çözüm önerileri, ne yapabilirim, nasıl olumlu bir katkı sağlayabilirim düşüncesinde olan her okura mümbit bir okuma fırsatı sunacaktır. Sürdürülebilirlik nosyonunu beslenmeden, barınmaya, iyi yaşam haline, fiziksel aktiviteye, sanat ve estetiğe vb pek çok alanda değerlendiren bu eser daha önce okuduğum konuya ilişkin başka kitaplarda çok da fazla yer verilmediğini rahatlıkla söyleyebileceğim insanın düşünce, duygu ve fikir dünyasını harekete geçirmeye yönelik sürdürülebilirlik durumunu ele almasıyla benzer eserlerden farklılaşmaktadır. Mutluluğun sırları diye adlandırabileceğimiz duruma ilişkin birtakım gerçeklerin paylaşıldığı bölüm de son derece ilgi çekicidir. Ekosistem ve iyi olma arasında güçlü bir bağ bulunduğuna şahit olduğumuz bu eserde materyalist ve dış dünya odaklı yaşayan bireylerin mutlu olamadıkları bilimsel verilerle ortaya konmakta, bir anlamda mutluluğun sırrı ifşa edilmektedir.

Dünya üzerinde endüstriyel tarımla devasa tarım arazilerinde gerçekleştirilmekte olan monokültürel tarımın amacı üretimi artırarak mevcut açlığa çözüm sunmak olarak gösterilmektedir. Ancak artan bunca üretim ne hikmetse açların midelerini değil de çok uluslu küresel şirketlerin cebini doldurmaktadır. Monokültürel tarımın zararlı yönleri bir tarafa, açlığa çözüm olarak haklı bir yere oturtulmak istenen endüstriyel tarımın bir problemi çözmek yerine problemi çözümsüz hale getirdiği, açlık sorununu daha da derinleştirdiği ortadadır. Artan üretime rağmen gerek üretim zincirinde gerek nakil ve tüketim esnasında gereksiz bir enerji israfına sebep olduğu da herkesin malumudur. İşte tam bu noktada mevcut soruna dikkat çekmek üzere David Evans gıda israfına ilişkin alelade her ailenin içinde yaşanan durumları gözlemlemiş, gıda-atık bağlamında yapılan akademik çalışmaları da gözlemlerine katarak bu eseri ortaya çıkarmıştır. Türk toplumu olarak sahip olduğumuz inançlardan güç alarak bu israf konusuna bizim de gerekli tepkiyi vermemiz beklenilirken maalesef biz de Dünya üzerindeki bu israf çöplüğüne olumsuz davranışlarımız ve düşünce biçimlerimizle indirekt olarak destek vermekteyiz. Bizim önemsemeyip basit gördüğümüz, geçiştirdiğimiz bu enerji ve gıda israfını birtakım insanlar akademik çalışmalara konu edecek kadar önemli görüp bu konuda bir literatür oluşturmuşlardır.

David Evans küresel ölçekli bu soruna teker teker ailelerin alışveriş yapma alışkanlıklarını inceleyerek çözüm bulmaya çalışmıştır. Yaptığı gözlemler sonucunda sorunun kaynağında rutinleştirilmiş alışveriş yapma tutumlarının yattığını söylemektedir. Rutine bağlanan alışverişte aileler çoğu zaman evde olanı dikkate almadan ezbere alışveriş yapmaktadır ya da bozulmadan tüketebileceği miktarda gıda alımını hesaba katmamaktadır. İhtiyaç halinde azar azar almak yerine toptan ve ihtiyaç gözetilmeden yapılan alışveriş neticesinde gıdanın bir kısmı yemeğe dönüşmeden istif edildiği buzdolabından doğruca çöpe gitmektedir. Evans, insanların tüketebileceği kadar gıda almak üzerine kurulu iyi bir alışveriş planı hazırlamalarının, rutinleşmiş alışveriş zamanı yerine ihtiyaç halinde alışveriş yapmalarının bu sorunu ortadan kaldırabileceğini savunmaktadır. Her şeye rağmen elimizde yenmeden kalanları artık ve fazlalıklar olarak adlandıran Evans yemeğe dönüştüremediğimiz ürünleri organik atık kutuları kullanma adeti kazanarak çöp olmaktan kurtarabileceğimizi savunuyor.

Evans’ın savunduğu fikirlerin bir benzerini daha önceki yazılarımda da dile getirmiştim. Ebru Baybara Demir’in başlattığı iyilik hareketi daha sonra belediyelerle iş birliği yaparak organize bir şekilde devam etmektedir. Bu çaba; kaynaklarımızı doğru kullanma, atık değerlendirme ve gıda israfı konusunda örnek alınabilecek güzel çalışmalardan biridir. Ebru hanım ve gönüllü arkadaşları pazarlardaki arta kalan ürünlerden hâlâ gıda vasfını taşıyanları yemek yapıp aşevlerine, yemek yapılamayacak durumda olanları da kompost yapılmak üzere belediyelerin biyoçözünür ünitelerine taşımaktadırlar.  Asıl mesele ihtiyacımız kadarını alıp -ya da üretip- çöp ya da atığa dönüştürmeden kullanmak olsa da bazen ister istemez atıklarla karşılaşıyoruz. Doğada çöp yoktur sözü gereğince çöp üretmeden atıklarımızı dönüştürebilirsek epey mesafe kat etmiş olacağız. Kendi küçük alanımızda başarabildiklerimizi büyüterek yaymayı da ihmal etmememiz gerekiyor. Bir işe gönülden inanıp bir hayrı başlattığımızda artık asla eskisi gibi savruk olmamız hatta olduğumuz gibi kalmamız mümkün gözükmemektedir. İyilik ve hayrı büyütmek için, daha fazlasını yapmak için çabalarımız artacak devam edecektir. Yeter ki bir başlayalım. Önce zihinlerimizdeki yanlışları, eksikleri doğru ve güzel olana dönüştürelim ardından davranışlarımız da d düzelecektir.

Bireysel ya da toplulukla neler yapabileceklerimizi resmetmeye çalıştığım bu yazının devamında mevcut sorunların çözümüne ilişkin nasıl bir yol izleneceği konusunda yol, yöntem ve teknikleri buradan anlatmaya devam edeceğim. Dünyanın bütün sorularını bir bahçede çözebilirsiniz. Evet ama nasıl bir bahçe?

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir