Son Dakika

Onlar ki bu dünyada kahraman olmaya mahkûmdular!

Beynimiz öğrenme sistemimizin merkezi konumundadır. Şunu da biliyoruz ki duygularımıza dokunmayan hiç bir bilgi kaydedilemiyor, kalıcı olamıyor.  Duyularımızla öğrenmeye çalıştıklarımızı duygularımızla desteklemedikçe gerçek anlamda öğrenme gerçekleştiremiyoruz. Bilgiye ulaşmanın bu denli kolay ve çabuk olduğu bu çağda, eğitim ve öğretim açısından “ne” değil de “nasıl” sorusunun ön plana çıktığı herkesin malumudur. Tüm bu koşullar altında bir öğretmen ya da anne/baba olarak bu “nasıl” üzerinde durmamız, düşünmemiz gerekiyor. Duyguları harekete geçirecek, merak ve hayret duygusu uyandıracak, heyecanla, büyük bir motivasyon ve coşkuyla bir ‘soru’nun, ‘sorun’un ya da merakımızı celbeden bir başka konunun peşinden -delice- koşmayı sağlayacak unsurlar neler olabilir? Böyle bir ortam oluşturmak için biz yetişkinler peşimizden gelen nesiller için neler yapabiliriz? Tutkuyla bir işin peşinden gitmeyi ve  hayata heyecanla, büyük bir iştiyakla bağlanmayı nasıl becerebiliriz?

Kadın hakları aktivisti Shizue Kato, 100. yaş gününde, kendisine uzun yaşamanın sırrını soran  gazeteciye şöyle cevap verir: “Günde en az on kez heyecanlanmanızı sağlayacak şeyler bulun”

İşte biz de bu yazımızda hayallerinin ve tutkularının peşinde hiç yorulmadan, pes etmeden koşup giden, hayatı bir heyecan kaynağı olarak gören örnek şahsiyetleri paylaşmak istiyoruz. Bu paylaşımdan muradımız şu soruların peşine düşmektir: Mezkur örneklemler üzerinden hakikati görebilme kapasitemizi artırabilecek miyiz? Teorik ve pratik anlamda hakikatın neresinde duruyoruz? Niteliğin niceliğe heba edildiği bu çağda niteliksel anlamda güzellik ve iyilik arayışlarımızı nasıl artırabilir, nasıl hakikati yakalama şansı bulabiliriz? Bir işi tutkuyla yapan insanlardan biz nasıl ilham alabiliriz? Bizde örnek alınabilme kapasitesi ve imkânı var mıdır, varsa ne kadardır?

 

Millet olarak okumaya düşkün olmayışımız bir ayıptır ama biyografi okumayışımız daha da büyük ayıptır. Bu eksiklik maalesef milli eğitim sistemimizde de doldurulamamaktadır. Sonuca odaklı bir düşünme ve öğrenme biçiminde süreci hep göz ardı ediyor, hakikati hep ıskalıyoruz. Bir bilim adamının icadını, ortaya koyduğu gerçekleri bir şekilde biliyoruz ama bu gerçekliğe nasıl ulaştığına dair hiç bir fikrimiz yoktur. O sonuca ulaşmak için neler yaptığını, ne büyük badireler atlattığını, ne büyük emek harcadığını bilmiyoruz ya da bilmeye çalışmıyoruz. Einstein “ben daha zeki değilim ama bende durmak bilmeyen bir merak var” derken aslında neye işaret ettiğinin acaba kaçımız farkında? Güzel örnekleri, rol modelleri bilmek bir şeyin yapılabilirliğine dair inancımızı, motivasyonumuzu artıracak, zamanla hiç düşünülmeyenin, akledilmeyenin ve -en önemlisi hayal kurup- hayallerimizin peşine düşmemizi sağlayacaktır. İsmail Hakkı Aydın da kitaplarında bu gerçeği sıkça dile getirir: Az düşünüyor, hiç hayal etmiyoruz! Oysa her şey hayal edebilmekle başlıyor ve beynimiz hayal ettiklerini gerçekleştirebilme potansiyeline sahip bir parçamızdır. Zihnimizde canlandırabildiğimiz şeylerin gerçek dünyada maddesel boyutta da canlanmasını sağlayabilme kapasitesine sahibiz. Peki neden hayal edemiyoruz? Niye hep başkalarının hayallerinin figüranları olarak kalıyoruz?

 

Hayal yetimizi sekteye uğratan sebeplerden biri de doğa bilimlerini temel alan pozitivist, materyalist, objektivist karakterli modernist bilimsel paradigmadır. Sadece görüneni bilimin nesnesi yapan, maddeye odaklanıp ona takılıp kalan, madde ötesini ya yok sayan ya da inceleme konusu dışında tutup göz ardı eden bir bilimsel anlayıştan daha fazla ne beklenebilir ki? Dahası hemen hemen herseye hiç emek sarf etmeden, çabucak sahip olan, konformist, hedonist günümüz gençliği de bu vahim tabloyu daha da umutsuz ve heyecansız bir boyuta taşımaktadır.

 

Garip bir dünyanın içine doğmuşuz, tüm varlık alanını sadece beş duyuyla sınırlamış; araştırmayı, öğrenmeyi ve bilimi bu küçücük dünyanın içine hapsetmişiz. Eşyaya odaklanmaktan eşyanın ötesine geçmeyi, konfor peşinde koşmaktan sınırları aşacak atılımlar içine girmeyi hiç düşünmemişiz. Zahir olana takılmış, batın olanı merak etmemişiz. Oysa iki günü birbirine denk olanın yerildiği, insanlık yararına çalışmanın “mecburiyet” gibi sunulduğu bir inanç sisteminin parçasıyız ve biyolojik olarak da gelişmeye müsait, yeni öğrenip keşfettikleriyle sürekli büyüyen bir beyne sahibiz. Tüm bunların neticesinde hem maddi olanın ötesine geçmemiz, eşyayı zahiri ve batıni tüm yönleriyle holistik anlamda inceleyebilmemiz hem de birer Oblomov’a dönüşmüş günümüz insan tipolojisini reddederek çalışkan, üretken, sınırları aşan, heyecanlı ve hareketli, çağdaş, “yeni” bir insanın ihdası ve inşası için çalışmamız gerekiyor. Ancak böyle davranarak mevcut tüm bariyerleri yıkmamız ve “insanlık için” iyi bir şeyler yapmamız mümkün olacaktır.

 

 

İFA: Sınırları Aşmak adlı kitabında Sinan Canan sınırları aşmak deyimiyle sadece ekstrem sporlarla uğraşanları, dünya rekorları kıranları, uzaya roket gönderenleri kastetmemekte bilakis “benlik sınırlarını” esnetebilen, aşabilen, yeni benlikler inşa edebilen ve buna muktedir olan sıradan insanları kastetmektedir. Yine Değişen Be(y)nim adlı eserinde sınırları aşmanın sinirbilimsel formülünü Canan şöyle açıklamıştır: Zihinsel bir mekanizma olan ‘akış’ çok özel bir zihin durumudur; insanın deneyimli olduğu bir alanda yeni bir zorluk düzeyiyle karşılaştığında yaratıcı çözümler üretebilmesini sağlayan; zaman ve benlik algısının neredeyse yok olduğu, yaratıcı ve kutsal dışı düşünme becerilerinin zirve yaptığı tuhaf bir zihin halidir. Beyinde bir takım kimyasalların miktarını artıran, ön beynin işlevlerini yavaşlatarak tereddüt ve ‘acaba’ları en aza indiren bu zihin hali “akış hali” olarak bilinen ruh durumudur. Bu “akış” deneyiminin ortaya çıkması için gerekli olan her şey her insanda vardır ancak herkeste ortaya çıkması pek kolay değildir. Bu akış halinin ortaya çıkmasını kolaylaştıran unsurların başında şunlar gelmektedir: koşulsuz sevgiyle zorlu koşullarda yetiştirilme, konfor alanı dışına çıkma alışkanlığına sahip olma, uğraş alanında işini tutkuyla yapma, bol çaba ve zaman harcayarak alanında tecrübeli olma, risk alma, karmaşık sorunlarla uğraşma, gündelik hayatın debdebesinden sıyrılıp aylak kalabilecekleri alan ve zaman oluşturabilme ve sürekli deneyime açık kapı bırakan tevazu sahibi olma gibi özellikler akışı mümkün kılmaktadır.

Arapçada ‘dnw’ kökünden gelen dünya kelimesi alçak, aşağı anlamına gelmektedir. Konformizmin doruklarına tırmanmada hep daha fazlasını isterken, insanlık yararına bir şey isteme ve harekete geçmede maalesef çok “aşağı”lardayız.  Bu küçük dünyanın içine hapsolmuş insanlık, hammaddesi tek bir gerçekliğe dayalı, bu küçük ve dar dünyayı nafile büyütmeye, hızlandırmaya çalışırken paradoksal bir biçimde sorunları da çoğaltmaktadır. Oysa bu içine sıkışıp kaldığı materyalist dünya dışında başka güzelliklerin ve gerçekliklerin mevcut olduğu dünyalar da vardır. Nitekim Mustafa Merter 900 Katlı İnsan adlı eserinde bu “alçak” dünyayı aşıp üstlere geçiş imkânından bahsederek okuyucuya güzel bir çıkış yolu göstermektedir.

Mustafa Merter’e benzer şekilde Rudolf Steiner’ın kitaplarında da dar kalıpları kırıp kabuklarımızdan ve tabularımızdan sıyrılıp yaşadığımız evreni anlamanın ve hakikat yolculuğumuzu daha da anlamlı kılmanın ipuçlarını bulmaktayız. Steiner’a göre sadece duyularla hakikati kuşatmamız ve anlamamız mümkün değildir, duyuüstü dünyayı da keşfetmek gerekmektedir. Goethe’nin Dünyevi fenomenlere ilişkin apaçık gizem üstüne söylediklerini dikkate alan Steiner, duyular ve duyulara bağlı akıl için gizli, açıklanmamış şeyler olduğunu, bunların da duyuüstü kavrayışla keşfedilebileceğini salık verir.

 

Onlar ki bu dünyada

kahraman olmaya mahkûmdular

Ahmet Telli

 

 

Bir günde bir insanın aklından ortalama 60 bin düşünce geçmektedir. Kafamızdaki düşüncelerin “neliği” hayatımızın da karakterini belirlemektedir. O yüzden düşüncelerimizi kontrol altına almaya çalışmalı, üretken ve sağlıklı bir zihin yapısı için beynimizi de olumlu, güzel ve iyi düşüncelerle beslemeliyiz. Steiner’a göre idealize edilmeyen her düşünce ruhumuzun gücünü tüketir; idealimiz olan düşüncelerse yaşam gücümüzü artırır. “Kendini bil” mefhumu Hinduizm’den Budizm’e, Helenistik düşünceden Hıristiyanlığa ve İslam tasavvufuna kadar pek çok mistik öğretinin önem verdiği bir ilkedir. İnsan kendini bilmekle ya da bilmeye çalışmakla hem haddini bilme hem de içindeki tanrısal özü keşfedebilme imkânına ulaşabilir. Nitekim Steiner’a göre insan “cennet” denilen harikulade bir yerden tinsel-tanrısal bir boyuttan aşağılara(!), Dünya’ya, maddesel-fiziksel boyuta düşmüş; cennette sahip olduğu tanrısal  niteliklerini zamanla yitirmiş, kendini maddeye hapsetmiş ve artık tinsel-tanrısal alemi ve varlıkları algılayamaz, anlayamaz olmuştur. Neticede insan, bütün düşünce, kavram ve kanaatlerini ölçülebilen, tartılabilen, sayılabilen bir fiziksel varoluştan yansıyan veriler üzerine dayandırmaktadır. Ancak yarattığı bu materyalist dünya realitesi hiç de gerçek değildir. Yani fiziksel dünyanın kendisi değil ama insanın bizzat kendi elleriyle oluşturduğu “sayı, ölçü ve tartı” üzerine kurulu bu materyalist yaşam biçimi bir illüzyondur.

 

Rudolf Steiner, Waldorf eğitim felsefesinin kurucusu, teozofiyle ilgilenen, antropozofiyi kuran, antroposofik tıp ve biyodinamik tarım gibi kavramları hayata geçiren, hayata çok yönlü bakabilen bir düşünür, filozof, eğitimci, mimar ve sanatçıdır. Çok yönlü çalışmalarıyla dikkat çeken, tıp, eğitim, sanat ve tarım gibi alanların yanı sıra özellikle ezoterizm ve okültizm alanında yaptığı önemli çalışmalarla tanınan Rudolf Steiner, Goethe’nin doğa öğretisi, Gülhaçcılık, Kabala, Hinduizm, Gnostik ve Mistik Hıristiyanlık gibi farklı ekolleri kendi sistemi içerisinde eriterek eklektik bir sistem kurmuştur. Evrenselliğin hakim olduğu çalışmalarıyla Steiner, duyu ve duyuüstü (tinsel) dünya ayrımı yaparak insanların duyuüstünü keşfetme potansiyeline dikkat çekmiştir. İnsanlardaki tinsel dünyayı keşfetme güdüsü ve gücü, onun çalışmalarında çok önemli bir paya sahiptir. Tinsel dünyayı bizzat gördüğünü ve tecrübe ettiğini söyleyen Steiner sahip olduğu fikirleri diğer insanlara ulaştırmak amacıyla sayısı binlerle ifade edilen konferanslar vermiştir. Viyana, Weimar ve Berlin’de dergiler ve günlük gazeteler için güncel konulara dair gözlemlerini yazmış, kitap ve oyun incelemesi yapmış, bilimsel ve felsefi gelişmelere dair yorumlar kaleme almıştır. Kitapları ve diğer makaleleri de hesaba katıldığında oldukça üretken olan Rudolf Steiner okunup örnek alınmayı fazlasıyla hak ediyor. Özellikle insan, bitki ve hayvan türlerinin doğada birlikte kuracakları ortak yaşam alanının “sürdürülebilir ve kendine yeten”  niteliği hakkında Goethe’den etkilenip geliştirdiği fikirleri ve biodinamik tarım hakkında daha derinlikli okuma yapmayı amaçladığımız Steiner, genel anlamda da kültürümüzde karşılığını batını ilimler olarak bulduğumuz “giz(em)li bilim” anlayışıyla da dikkatimizi çekmektedir. Steiner’ın kitaplarında, düşünce biçimlerimizi, hayatımızı ve algılarımızı sınırlayan kalıplardan kurtulmak ve çok yönlü bir hüviyetle geliştirmek amacıyla bizi davet ettiği farklı dünyalara açılmak sanırım herkese faydalı ve farklı bir okuma zevki tattıracaktır.

 

Hangimiz hangi ilmî tutkumuza yıllarımızı verdik ya da vermeye hazırız? Doğa ve doğal yaşam tutkusuyla tam zamanlı kırsal yaşama hazırlık amacıyla okuduğumuz onlarca kitap içinde, işini tutkuyla yapanların hikayeleri her zaman dikkatimi çekmiştir. Bir damla suyu fotoğraflamak için yıllarını veren Masaru Emoto, erken yaşta kaybettiği babasının yerine baba mesleğine tutkuyla sarılıp onun yolunu devam ettiren Maurice Messegue, tüm hayatını büyük bir merakla doğal yaşama adayan Henry David Thoreau yukarıda bahsettiklerimize ilave bu yazımızda özellikle üzerinde durmak istediğimiz diğer şahsiyetler arasındadır.

 

“Hiç bir kar tanesi bir diğerinin aynısı değildir” Bu sözü duymayanımız yoktur. Peki bu sözden hareketle bu sözün ardında ne yattığını araştıran, soruşturan, merak eden kaç kişi var aramızda? Masaru Emoto Suyun Gizli Mesajı, Sudaki Mucize ve Evrenin Sudaki Şifreleri adlı kitaplarında bir damla suyun peşinde onlarca yılını nasıl öğrenme aşkıyla  dolu dolu yaşadığını ve bu tutkulu uğraş alanında bir takım hakikatlere nasıl ulaştığını kendi inanç ve düşünce sistemiyle anlatmaktadır.  İşaret ettiği gerçekliklerden kelimelerin gücü ve hayatımıza etkisini hafife almamamız gerektiğini çıkartabiliriz. Kelimelerin sözlü ya da yazılı formlarıyla suya nasıl etki ettiğini fotoğraflayarak delilleriyle sunan Emoto, %70’i su olan bedenimizi ve yine %70’i su olan Dünya’mızı sözün gücüyle yeniden inşa etmenin mümkünlüğünü ortaya koymaktadır. Suyu ilahi mesajın taşıyıcısı olarak kabul eden Emoto, suyun bu taşıyıcı özelliğinden faydalanarak Dünya üzerinde sevgi ve barışı yayabilmek adına tüm ömrünü bu işe vakfetmiştir.

Emoto’nun eserlerinde deney ve deneyimlerine dayanarak anlattıkları gerçekten son derece ilgi çekicidir: Güzel söz yazılı kağıtla sarılmış kaptaki su damlasının harikulade bir kristal şeklinde fotoğraflanmasına mukabil kötü ve çirkin kelime yazılan su damlasının kötü bir şekil alması, kristal görüntü vermemesi; ‘sevgi’ sözünün gücüyle uysallaştırılmış köpeklerle sarmaş dolaş uyuyan öğrenciler; temiz bir su kaynağından güç alarak Çernobil nükleer kazasının ardından bölgeyi terk etmeyip radyasyondan etkilenmeden hayatlarına devam eden Alexei ve 55 köylü vd. Sevgi ve şükür kelimelerinin harikulade pozitif gücünden istifadeyle gezegenimizi nasıl bir huzur iklimine çevirebileceğimizin anahtarlarını öğrenebileceğimiz Emoto’nun eserleri sayesinde -Ivan Illich’in deyimiyle- kentlere istiflenmiş insanların H2O haline çevirdiği ‘su’ya ve büyük çoğunluğu su olan insana ve Dünya’ya artık eskisinden daha farklı bir gözle bakacağımızı, suyun bu bilinmeyen gücünden faydalanarak Dünya’yı “yüksek değerlerin” hâkim olduğu bir cennete çevirmeyi umuyoruz.

 

Maurice Messegue, 1921 yılında köylü bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Çok sevdiği babasını erken yaşta yitiren Messegue baba mesleği olan “şifacılığı” devam ettirmiş, otlarla tedaviyi hayatının tutkusu haline getirmiştir. Bu uğraş alanında verdiği mücadele ve elde ettiği başarılarla adını sıkça duyurmuş, fitoterapinin öncülerinden sayılmış ve “bitkilerin papası” ünvanıyla anılır olmuştur.

 

İçinde bulunduğumuz platformlarda birçok kez adını ve methini duyduğumuz Maurice Messegue’nin eserlerine ulaşmak için epey mücadele verdik ve iki eserini Bitkiler ve İnsanlar ile Tabiat Haklıdır adlı eserlerini edindik. Bu kitaplar değerli bir hazine gibi kitaplığımızda baş köşeyi almış vaziyettedir. Neden bu kadar değerli Messegue ve yazdıkları? Çünkü bu kitapların içinde üretkenliği, faydalı olmayı, tutkulu olmayı, hayatı kuşatan bütünlükçü bakış açısının nasıl ete kemiğe bürünüp var olduğunu çok net görebiliyoruz. Bitkiler ve İnsanlar baba sevgisi, değerler eğitimi, sağlık ve beslenme, doğa sevgisi, çevreye duyarlılık, doğal yaşam tutkunu olma, spor tutkusu, psikolojik ve sosyolojik unsurları uğraş alanında değerlendirme, modern tıbbı reddetmeden alternatif tıp ve şifacı çözümler, fitoterapiye ilişkin çalışmalar ve hatta doğal ilaç tarifleri, mesleki mücadele, tutkuyla yapılan iş, anı-biyografi ve tarihin iç içe geçerek panoramik bir dönem Fransa’sı resmetmesi, Kral Faruk, W. Churchill, David Rockefeller, İngiliz Kraliyetinden prens ve prensesler vb ünlü kişilerle kurduğu sıcak ilişkiler kısacası ‘ne ararsanız var’ diyebileceğimiz enteresan bir kitaptır.

 

Messegue’nin Tabiat Haklıdır adlı diğer eseri de bir önceki kitabında olduğu gibi yaşadıklarını kronolojik olarak paylaşmak yerine tüm yaşanmışlıkların neticesinde kesbettiği tecrübelerini bulunduğu konumda nasıl kullanabileceğinin anlatımı üzerine kurgulanmıştır. Bu kitapta okuyucu, gerek bireysel anlamda kendi özel yaşamında gerekse kanaat önderi olarak sosyal yaşam alanlarında doğal çözümlerin nasıl hayata geçirilebileceğine dair örneklerle “ideal yaşama tutkuyla bağlanmaya” davet edilmektedir. İşi doğal seyrine bırakmanın, doğal ve sağlıklı yaşamın gizemini mesleki diyebileceğimiz alan bilgisi sırlarıyla harmanlayan Messegue eserlerinde önümüze basit, doğal ve gerçekten yaşanabilir bir dünya çizmektedir.

 

Bu yazımızda Maurice Messegue’nin yer alması tabii ki müthiş bir doğa sever ve doğal yaşam savunucusu olması, hayata bütüncül bakması, beslenme ve sağlık konularını beraber ele alması gibi hayati konularda engin tecrübesine kulak vermenin, tavsiyelerine uymanın faydalı olacağına duyduğumuz inanç sebebiyledir. Beden ruh sağlığıyla beraber tam bir iyilik halinin sağlıklı koşullarda temiz ve sağlıklı gıda ile mümkün olacağına duyduğumuz inanç bu kitapta Messegue’nin tecrübeleri ve telkinleriyle perçinlenmektedir. Messegue’nin en önemli özelliği bizce işini tutkuyla yapması, engel tanımadan yoluna devam etmesi ve örnek bir kişilik olarak “dosdoğru” bir hayat yaşamış olmasıdır. Hem doğa, doğal yaşam ve holistik bakış açısıyla hayatı kuşatmak isteyen hem de biyografi okumak isteyen herkese Messegue’nin  kitapları çok mümbit bir okuma zevki sunacaktır.

Messegue’nin ardından bir başka Fransız yazar Jose Bove’nin Bir Köylünün İsyanı adlı eseriyle yazımıza devam edelim. Soru-cevaplarla mülakat tarzında yazılmış bu eserde, modern zamanların Asteriks’i olarak adlandırılan Bove’nin hayatına detaylı bir şekilde vakıf oluyoruz.  Bu anlamda bir nevi biyografik karakter taşıdığını söyleyebileceğimiz bu çalışmada Bove’yi bir çiftçi, siyasetçi, sendikacı, hak ve hukuk mücadelesinde yorulmaz bir savaşçı, Via Campesina’nın fedakar sözcüsü olarak çok yönlü hayatıyla tanıma fırsatı buluyoruz. Onun doğa, tarım, doğal yaşam, sağlıklı beslenme, GDO’lu ürünlere ve kapitalist tuzaklara ilişkin serd ettiği fikirleri ve tüm hayatını bir hak ve hukuk mücadelesi içinde geçirmiş olması bu kitabı kısa soluklu okumalar için tavsiye edilebilecek kitaplar arasına sokmaktadır.

 

Doğa tutkusu ve doğal yaşam dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri elbette ki Henry David Thoreau’dur. Thoreau’nun savunduğu fikirleri ve doğal yaşam felsefesini öğrenmeden onu kendine has dil ve anlatı tarzıyla kitaplardan anlayabilme hususunda biraz fazla çaba sarf etmemiz gerekebilir. Orijinal dilinde de anlaşılması zor bir yazar-düşünür olduğunu bilmemize rağmen büyük bir merakla üç kitabını okuma ve inceleme fırsatı bulduk. Bir yazar, şair, filozof, tarihçi, kölelik karşıtı, ilerlemeci görüş eleştirmeni, bir naturalist ve transandalist olarak çok yönlü kişiliğiyle elbette ki Thoreau’nun okunmayı, anlaşılmayı çok fazlasıyla hak ettiğini düşünüyoruz. Özellikle doğa ve doğal yaşama karşı yeni yeni ilgi duymaya başlayanların ilk okuyacakları eserlerin Thoreau’nun eserleri olması isabetli olacaktır.

 

Thoreau, daha 5 yaşındayken ilk defa geldiği Walden’da ‘göl kenarında yaşamak’ istediğini söylemiş ve 25 yaş gibi erken diyebileceğimiz bir yaşta da Walden’a gelip burada yaşamaya başlamıştır. Thoreau  ölümden önce hakikati keşfetmek üzere yaşamın en büyük olgularıyla derinden temaşa edebilmek için en uygun yerin doğa olduğuna inanmış ve aynı yolda hem takipçisi hem de yol arkadaşı olduğu Ralp Waldo Emerson’ın arazisinde, kendi elleriyle yaptığı evde koskoca iki yıl geçirmiştir. Doğal yaşamın ne kadar kolay olduğunu Walden ya da Ormanda Yaşam adlı kitabında satır satır anlatan Thoreau’ya göre modern insan, ihtiyaç ve lüks ayrımını yapamamakta, zevk düşkünü olarak bilinen Asur kralı Sardanapalus gibi hırslarının kölesi olarak yanlış seçimleri nedeniyle kıtlık ve bunalım yaşamaktadır.

 

Alaycı bir dille ‘modern insan’ eleştirisi yapan Thoreau, başkalarına özenerek onlar gibi olmaya çalışırken hayatı ıskalayan zavallı insanları, özentilerinin kurbanı olarak tüm hayatları boyunca yoksul kalan budalalar olarak görür. Oysa Thoreau’ya göre, ulaşamayacakları şeyler peşinde koşmak yerine yalın bir hayat sürmek hem mümkün hem de daha eğlencelidir. Ayrıca şehirden uzak, doğayla iç içe yaşayarak insanlar “hayat” israfına bir son verebilir. Giyim konusunda da son derece basit ve gerçekçi düşünen Thoreau’ya göre dirim ısımızı koruyacak, açık yerlerimizi kapatacak yalınlıkta bir giysi yeter de artar bile. İnsanların moda esiri olarak kullanılmalarını da ironik bir şekilde eleştiren Thoreau Walden ya da Ormanda Yaşam adlı eserinde bu moda esaretini gülünç ve aptalca bulduğunu şöyle dile getirir: “Paris’te önde gelen bir maymun bir gezgin şapkası takar, Amerika’daki tüm maymunlar da aynısını yapar.” Bu çok ciddiye alıp  ebedi sandığımız, eşya ve malla doldurup içinde yaşanamaz hale soktuğumuz modern hayatın iğneleyici ve ironik hikayesini Thoreau’nun ağzından “kara mizah” tarzında dinlemek epey eğlenceli olacaktır.

 

Gönüllü yoksulluğu seçerek insanın üstünlük sağlayacağına inanan Thoreau, Doğal Yaşam ve Başkaldırı adlı eserinde felsefe yapmayı, aklın emrettiği şekilde yaşayacak kadar ‘aklı’ sevmek olarak niteler. Ona göre akıl sade bir yaşamı; özgürce, cömertçe ve güven içinde yaşamayı emreder. Dağ havasının ruhu besleyen ve ilham veren bir şey olduğuna inanan Thoreau’nun doğayla ilgili şu sözleri sanırım onu tek bir cümleyle anlatmaya yetecektir: “İnsanlık sınırlayıcı, doğa ise özgürleştiricidir bana göre. İnsanlık bana bir başka dünyanın varlığını istetiyor, doğa ise benim onunla mutmain olmamı sağlıyor.”

 

Susmak bir şeylerin anlatımıysa

şüphesiz en anlamlı şeydir susmak

Susmak bir şeylerin anlatılmasıysa

şüphesiz en iyi anlatıcıdır doğa

Ahmet Telli

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir