Son Dakika

Kitap okumak, yolculuğa çıkmaktır

Konuşmaya başladığımız andan itibaren kullandığımız anadilimize dair neden üniversite yıllarına kadar uzanan akademik eğitim sürecine ihtiyaç duyuyoruz? Üniversite sıralarındaki öğrencilere ders veren Trakya Üniversitesi Türk Dili Bölümü Dr. Öğretim Görevlisi Gözde Özlem’le okul öncesinden başlaması gereken doğru eğitim sürecini konuştuk. Özlem, gerek anadilin kullanımında gerekse yeni bir dil öğrenmede en doğru metodun kitap okumaktan geçtiğini söyledi. Özlem, kitap okumayı, neresinden başlanırsa başlansın doğru yere varılacak bir yolculuk olarak yorumladı.

 

Canan GÜLEÇ

 

Türk’üz, Türkiye’de yaşıyoruz, çocuklarımıza okullarda yıllarca Türkçe, Türk dili ve edebiyatı dersleri veriyoruz ama yine de dilimize dair sıkıntılarımız var. Nerede hata yapıyoruz?

Üniversitede birinci sınıflara Türk Dili dersi veriyorum 6 yıldır, ilk tepkileri “yine mi” oluyor. “Ben işletme okuyacağım diye geldim, bu dersi yine neden görüyorum.” diyorlar. Aynı durum Atatürk İlke ve İnkılapları Dersi için de geçerli. Neden bu derslerin tekrar tekrar konulduğunu düşünmek gerekiyor; ihtiyaç var çünkü. Gençlerimiz kendilerini ifade edemiyorlar. Bunun sıkıntısını 18 yaşına gelmiş bir gencin sınav kağıtlarındaki hatalarla anlamak mümkün. Artık bağlaç olarak ‘ki’nin, dahi anlamındaki ‘de’nin ayrı yazılmamasını hata olarak göremeyecek duruma geliyoruz. Kendilerini tek bir cümlede ifade edemiyorlar. Kompozisyon yazımlarında sıkıntı var. Türk dili demek, Türk edebiyatı demek, gramer demek illa roman okuyacaksın, çok kitap okuyacaksın demek gibi algılanıyor. Oysa kendini doğru ifade edeceksin demektir anadilinde, en temel ihtiyaç budur. Bu dersin ilkokul birinci sınıftan üniversitenin ilk yılı da dahil tekrar karşımıza çıkmasının sebebi bu. Kendini ifade edemeyen bir gençliğimiz var.

KİTAP SEVGİSİ EVDE BAŞLAR

İfade probleminin temelindeki sorun nedir?

Temel nedenin okumamaları olduğunu görüyorum. Bu ortak bir sorun. Hepsine istisnasız hep aynı soruyu sordum, “Bu güne kadar kaç kitap okudunuz?” Birkaç tane bir elin parmakları kadar okuyan ilgili öğrencim oldu. Onun dışında öğretmenlerinin zorla okuttuğu kitaplar haricinde kitapla ilişkisi olmayan öğrenciler oldu. Okumayı sevmiyorlar, okumayınca da kendilerini özellikle de yazılı olarak düzgün bir şekilde ifade edemiyorlar. Yazıyı bırakın konuşurken bile düzgün ifade edemiyorlar. Heyecanlanıyor, kekelemeye başlıyor. Özgüven kaybı yaşıyor. Daha da kötü seviyelerde utangaçlıklar olabiliyor. O yüzden üniversiteye geldiklerinde biz çocuklara yeniden Türk Dili ve Edebiyatı dersi veriyoruz. Hadi ben okumayı sevdiremeyebilirim ve o yaşta zaten geç kalınmış da olabilir. Ama bunun ilkokul sırasından başlaması gerekiyor. Ya da en baştan okul öncesinde çocuğa kitabı sevdirmek gerekiyor. Ana dil eğitimi biraz da o dönemde gerçekleşir aslında, anne-çocuk ilişkisinden başlıyor. Anne baba ne yaparsa çocuk da o yolda ilerleyeceği için, bizim de artık çocuklarımızla beraber elimize kitaplarımızı almamız lazım. Bunu yapmaya çalışmamız lazım.

Size geldiklerinde artık yetişkinliğe adım atmak üzere oluyorlar, o yaştaki bireylere okumayı sevdirmeye ya da gerekliliğine inandırmaya çalışıyor musunuz?

Akademisyenliğe yeni başladığım yıllarda idealist adımlar attım, şu kadar kitap okumalısınız, bu yazarları kesinlikle takip etmelisiniz diye; ama öğrencilerden gelen dönüş yıldırıcı olabiliyor… Haftada 2 saat 2 kredilik bir ders veriyorum. Neden bu kadar çabalıyorum diye kendini de sorguluyor insan. Öğrenci de kredi hesabı nedeniyle umursamıyor. Ama kazandığınız birkaç öğrenci güç ve moral kaynağı oluyor. Onlar benim idealist davranmam için güç bulmamı sağlıyor. Özellikle işletme gibi sayısal bölümlerde okuyorsa, “Neden bu dersi alıyorum, işletmeyle ne ilgisi var diyor?” Oysa bu ders onun birey olma yolculuğundaki temel yapı taşlarındandır, bunu dikkatlerinden kaçırıyorlar.

Üniversiteye gelmiş bireyler ve kitap okumaya sizin dersiniz kanalıyla başlıyorlarsa onları nasıl bir tercih dizilimi bekliyor?

Çocukları okumaya romanla alıştırmaya çalışıyorum, hayal kurmayı öğretiyor çünkü. Roman okuyarak o kapıdan girmesini sağladığımız çocuklar daha sonra farklı türlerle tanışabilir, araştırma inceleme okumaya başlar. Bu alan derya denizdir. Küçük gördüğümüz, entelektüel kesimin hoşlanmadığı “çok satanlar listesi” vardır, öğrencilerime o listede yer alan kitapları muhakkak okutuyorum. Çünkü okuma alışkanlıkları, çizgisi oturmuş bir okuma zevkleri yokı. Oradan başlayıp okumaya alışınca, artık “çok satanlar”dan tat almamaya başlıyorlar. Yavan geliyor, sıkılıyor ve sonra yeni bir şeyler öğrenmek okumak istiyor. O noktadan sonra Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar okumaya başlıyorlar. Sonra bunlar üzerine tartışıp fikir geliştiriyorlar. Bulgarca mütercim tercümanlıkta bir öğrencim vardı, Nihal Atsız’ın kitabı üzerine o kadar güzel bir sunum yapmıştı ki; “işte tamam oldu” diyor insan. O öğrencinin tanıtımından etkilenen diğerleri de alıp okuyup izliyor. Ben ulaşabilmek için bu yolu tercih ediyorum, uyguluyorum ve başarıya ulaştığını da görmek mümkün. En temelinde iş anne babaya kalıyor, öğretmenin sonraki görevi sevdirmek.

ÇOCUĞU KAZANMANIN YOLU OYUNLAŞTIRMADIR

Kitap okuma yolculuğuna çocukluktan başlamak gerektiğini vurguluyorsunuz, ya çocuk edebiyatında durum nedir? Çocuklarımız için yeterli içerik ve çeşitte yayın var mı sizce?

Bence umut verici durumdayız, sosyal medya anneleri biraz daha bilinçlendiler, oyun kurmaya daha paylaşımcı iletişime geçmeye çalışıyorlar. Çocuğu ancak oyunla kazanabilirsiniz. Benim de 2 çocuğum var, onları gözlemliyor ve dahası da onlarla yaşıyorum aynı süreçleri. Hikaye anlatmak herkesin ilgisini çeker. İlk önce uyurken hikayelerle başlanacak, daha sonra resimli kitaplarda göstererek anlatmaya devam edeceğiz. Ben oğlumun ve kızımın davranışlarını gözlemliyorum. Bizim evimiz kitap dolu. Kitap karıştırıyorlar, bazen yırtıyorlar da. Olabilir, biraz sabırla geçirmek lazım o süreçleri, bu durum çocuğun kitapla ilişkisi olduğunu gösterir. Yanından geçip gitmiyor, eline alıp ilgileniyor, inceliyor. Kızıma bakıyorum, eline aldığı kitabı okuyor gibi sayfalarını çevirip sözcükler söylüyor. Bu çocukların okuma yazma öğrendiğinde de aynı bağı sürdüreceğini gösterir. Anne babalar olarak bizim okuyabilmemiz lazım, çocuklara yönelik çok güzel resimli kitaplar var, hem çeviriler hem de Türk yazarların çalışmaları anlamında güzel eserler var. Kültürel farklılıktan dolayı çeviri kitaplarda seçici olmak gerekebilir belki, çeviri büyük bir sıkıntı çünkü. Özellikle de çocuk kitaplarında çeviri sorunu olabiliyor ama Türk yazar olunca daha sıcak bulabiliyoruz. Okuyan anne bana okuyan çocuk demektir. Birlikte okumak, karıştırmak lazım. Çocuğun dikkati her sene daha da artıyor. 0-3 yaş döneminde kitaba bakış süresi 5 dakikadır zaten. Ailelerin aldık ama bakmadı, ilgilenmedi demesi yanlış yorum. Para verdik aldık ama attı yırttı dememek gerek. İlişki kurmaya öyle başlıyor çocuklar

Siz yüksek lisans tezinizi de Makedonya’da çocuk edebiyatı üzerine hazırlamıştınız… Araştırmanızdan ve o süreçteki gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Balkanlarda Türk çocuk edebiyatının gelişmesi çok ilginç ama Türkiye’den daha ileride olmuş. Bunun tabii siyasi sebepleri var. Eski Yugoslavya döneminde Bulgaristan’da da aynı durum geçerli, komünizm çocuk eğitimine çok önem vermiş bir sistem ve çocuk edebiyatı konusunda yazarları çok teşvik etmiş. Yazarlar maddi olarak da teşvik ediliyor hatta zorunlu tutulduklarını görüyoruz. Türkçe yazılan kitaplar da oldukça fazla. 90’larda bu biraz sekteye uğruyor. Makedonya ve Yugoslavya’da durum 80’e kadar farklı azınlıklara kendi dillerinde yazsın diye kolaylık sağlanmış. Türkler de Türkçe dergi çıkarıyor. Sevinç, Tomurcuk, Kuş diye ilkokul ve okul öncesine dair 1945’te Pioner’den başlayarak 80’e kadar devam ediyor. Piriştine Üniversitesinde Türk Dili Edebiyatı bölümü açılınca da hız kazanmış. Buralarda çocuk kitabı yazarları hem yetişkinler için yazıyor hem de aynı zamanda gazeteciler. Çocuklara yönelik yayın çıkarmak, ayrı bir sorumluluk durumunda. Görsel olarak çok güzel çizimler kullanılmış. Bizim 70-80 yıllarındaki çocuk edebiyatı dergilerindeki çizimler için copy paste denebilir ama o yıllarda orada yazarların kendi çizimlerini yaptığını görüyoruz.

Bu durum Türk azınlıkların kendi dilini yaşatabilmesi için de imkan veriyor sanırım…

Türk azınlık için bulunmaz bir kaynak çünkü Türkiye’den bir şey götürmek ulaştırmak yasak. O yüzden kendi edebiyatlarını kendileri üretmişler. Ama tabii handikapları var, komünist rejim altında yazıldığı için sistem baskısı var ve sistemi kahramanlaştıran, görüşleri empoze eden bir içerik hakim. Görseller de bu içeriğe göre hazırlanmış. Ama içinde Atatürk’e dair de güzel metinler yer alıyor, milliyetçi bilinç yok ama Türk olduklarını Türkçeyi güzel bir yere konumlandırmışlar. Yugoslavya parçalanana kadar çok güzel şeyler üretmişler. Tabii bu parçalanma tüm hayatı sekteye uğratıyor. 90’a kadar sürüyor, 90 sonrası Kosova ve Makedonya olduğunda Türkçem dergisi ile devam ettirilmeye çalışılmış ama 90’lardan günümüze o eski üretkenlik kalmamış. Oradaki çocuk edebiyatına dair de Türkiye’de kaynak yok, orada kalıp gözlemleyerek çalıştım.

ÖĞRETMENLİK, DERS VERİRKEN ÖĞRENİLİR

Sizin üniversitedeki öğrencilerinizin bir kısmı da yabancılar; Türkiye’de okuyabilmek için sizden dil eğitimi almaları gerekiyor. Onlara dilimizi nasıl öğretiyorsunuz?

Doktoraya başladığım yıl okutman olarak Trakya Üniversitesinde göreve başladım. Karşımda 30 Karadağlı ve 10 Arnavutluk öğrencisi vardı. Heyecan vericiydi çünkü onlarla anlaşabileceğimiz ikinci bir dil yoktu ve kültürel anlamda da birbirlerine zıt 2 ülke halkının çocuklarıydı. Onları ortak bir dilde buluşturacak olmak heyecan vericiydi. Ders anlatmaya çalışıyorum, onlarla beraber çok şey öğrendim. Okulda nasıl öğreteceğiniz anlatılıyor ama derse girince eğitim süreci tamamlanıyor. Okul teoride anlatıyor ama öğretmenlik pratikte öğreniliyor. Ben Karadağlı ve Kosavalı öğrencilerimle çok güzel ders aldım. Yabancı öğrencilere dil öğretmek gerçekten sorumluluk halini alıyor, derse girip anlatıp çıkamazsınız, çünkü o çocuğun o dili öğrenmeye ihtiyacı var ve eğer öğrenemezse ülkesine geri gönderilecek ve eğitimini tamamlayamayacak. Onlar da bunun bilincinde. Endişeliler tabii. Yoksul ülkelerden gelmiş çocuklar, burası onlar için umut, ülkelerine döndüklerinde hem eğitim tamamlamış hem de yeni dil öğrenmiş olacaklar. Yeni bir ülkede yaşamanın zorluklarını yaşıyorlar. Onlara sadece hocalık değil ablalık da yapıyordum. Çoğu zaman bu inancı kaybediyorlar. Aile bireylerinin vefatı ya da hastalığı ya da özel hayata dair. Onların azmiyle ben onlara yol gösteriyorum. Ben sadece kuralları anlatabilirim, çalışmak onların elinde. Dili yaşayarak öğrenmek ayrıcalıktır. İlk 1 ay korku doludur ama daha sonra alışınca toplam 9 ayda öğrenilebiliyor. Bizim sondan eklemeli dil olmamız onlara zor geliyor, Müslüman öğrenciler ortak sözcüklerden dolayı daha rahatlar ama Hristiyan öğrenciler tamamen farklı bir kültür içine geliyorlar. Onlar için farklı bir tecrübe.

GRAMER, DİLİN KODLANMASIDIR

Başaramayan öğrenciler de oluyor mu? Dilimizi öğrenemeyen ya da zorluk yaşayanlar…

Yapamayanlar var tabii, çok fazla Boşnakla görüşen Boşnak dil öğrenemez, bu Erasmus’a giden Türk öğrenciler için de geçerli. Aynı anda 2-3 dil bilen ve üstüne Türkçe öğrenen öğrencilerim de vardı. Onlarda da şunu gördüm, dil öğrenmenin sistemi var, kafasında kodluyor ve kelimeleri yerleştiriyor. Gramer dilin kodlanmasıdır aslında. Bizim sıkıntımız da bu noktada başlıyor, gramerin hayatımızda dili anlamlandıran bir yer edinmesini istemiyoruz. Hal ekleri ne işe yarar, bilmesem de konuşuyorum diye bakılıyor. Ama bunları bilmek başka bir dili öğrenirken yerine kodlar yerleştirmeye yarıyor. Bizim Türk grameri Fransız gramerin karşılığıdır. Türkçenin yapısı farklı ama yerlerini bilince sıkıntı çözülüyor. Bizim İngilizce öğrenemeyişimizin temel nedeni de gramerden uzak oluşumuzdur. Dil öğrenmenin grafiğini oturtunca gerisi gelir. 7-8 dil bilen insanlara insanüstü vasıflar yüklüyoruz, ama bu insan bünyesinde var olan bir beceridir. Okumayı seven insan dil öğrenmeyi de başarır. En azimli öğrenciler kamplardan gelenlerdi. Yaş ne kadar küçükse o kadar hızlı öğreniliyor. 40 yaşında öğrencimiz de oluyor ama hayat mücadelesi arttıkça dil öğrenimine ayrılan zaman azalıyor.

Türklerin Türkçeyi doğru kullanmasını nasıl sağlayacağız? Dilimize giren çok fazla yabancı sözcük var ve gençler kısaltmaları çok kullanıyor. Bunu nasıl aşacağız?

Bu durumu ben de gözlemliyorum. Arkadaşlarıyla buluştuğunda elindeki telefona bakıp yazmaya devam ederken konuşan insanlar var. Teknolojinin hızlı ilerlemesi nedeniyle 5 yılda bir yeni nesil geliyor. Her sene yeni öğrencilerim geliyor ve bir önceki yılla bile aralarında farklılıklar var. Bu hızlı değişimin ne kadar iyi ya da kötü olduğunu gelecekte göreceğiz elbette. Ama nesiller arasındaki bağı koparmamak gerek. Konuştukları dile gelecek olursak biz de yapardık gençlik öğrencilik yıllarımızda böyle söz oyunları ancak seviyesi bu kadar fazla değildi. Artık sınav kağıtlarına da bu dil yansıdı. Bunun nedenleri de çocuğun sorumluluk almayışından kaynaklanıyor. Aslında bu şekilde kendilerini ortaya koymak kendilerinden öncekileri reddetmek olarak izledikleri bir tavır bu. Bunu düzeltmenin yolu da kitap okutmak.

Kitap okumak iyi bir yol ama doğru kitapları seçmek bulmak nasıl mümkün olacak?

Çeviri çok zor bir iş ve çevirmenlik en zor mesleklerden biri. Rus edebiyatından Dostoyevski okumaya karar verseniz, Karamazov Kardeşler 5 liradan başlayıp 40 liraya kadar çıkıyor. Öğrenci olunca da daha uygun fiyatlı olanı tercih ediyor ve aslında Rusçadan değil de İngilizceden çevrilmiş bir kitap almış olabiliyor. “Ne farkı var, sonuçta aynı yazarın aynı kitabı değil mi?” derseniz; iyi okuyan bir okur orijinal dilden mi çevrildi çeviriden mi çevrildi anlar. Ben Rusça bilmeyi ve orijinalinden okumayı çok isterdim. Türkçede Tanpınar ne ise Rusçada Dostoyevski odur. Dilin ahengini şiir çevirisinde hele vermek mümkün değildir. Kelimelerin sesin bir ritmi vardır. Çocuk uygun fiyatlı olanı alınca da kötü metin okumuş oluyor ve bir daha da okumaktan soğuyor.

Gençlerin okudukları popüler içerikli kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Son zamanlarda fantastik romanlar oldukça ilgiyle okunuyor, bu bir trend, bir sürü seri diziler var, tutkunu olup dizisini izleyenler var ve dönüp kitabı okuyor. Diziden kitaba geçişler daha sonra başka eserler okumaya dönüşüyor. Dönemin popüler akımı o, görmezden gelemeyiz. Kitap yolculuğu nereden başlarsa başlasın iyi bir noktaya varır. Bırakın gençler o kitapları okusun, o kurgudan sıkılacak ve bizim edebiyatımıza dönecekler. Gerçek üstü okumak istiyorlarsa Latife Tekin’i tanıyacaklar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabındaki kara mizahı keşfedecekler, gençler mizah detaylarını yakalamyı severler. Oradan da Tanpınar öykülerine geçebilir ki dönem tanıklığı anlamında önemli metinlerdir. Türkiye’nin geçmişinden güzel panoramalar ortaya koyuyor. Biz geçmişe kendini kapatan, her yüz yılda bir yeni nutukla seslenişle karşılaşan bir milletiz. Maalesef geçmişten dersler çıkarmadığımız için de yazıtlarda, Bilge Kağan’ın seslenişinde, Atatürk’ün nutkunda da dikkat çektiği hataları günümüzde de tekrarlıyoruz. Okuma yolculuğunda bu hataları görme imkanı vardır. Belki yazarın yorumunda görülebilir, kitabın içeriği mesaj verir. Daha çok tarihçiyi takip etmek, yanlışları düzeltmeye çalışmak ve öyle çocuklar yetiştirmek gerekiyor. Her şeyin düzeleceği nokta okumaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir