Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Salih Çepni ile fen bilimlerinin öğretilmesi ve okullarda laboratuvar kullanımını konuştuk. Öğretmenlerin, derslerde deneylere ve laboratuvar kullanımına önem vermesi gerektiğini belirten Çepni, şu görüşü dile getirdi: “Fen biliminin doğasında ezber bilgi yoktur. Nereden geldiği bilinmeyen kavramlarla ders öğretilemez. Fen biliminin doğasında araştırma ve bu yolla beceri geliştirme vardır. Fen bilimleri dersleri mutlaka öğrencilerin deneyimi sonucu kazanması gereken bilgi türlerini içerir. Ülkemizdeki en büyük sıkıntı derslerin doğasına bakılmaksızın hepsinin aynı sınıfta aynı stilde anlatılması ve öğrenmenin bu şekilde gerçekleştirilmesi çabasının hakim olmasıdır. Bu nedenle de çocukların ilgisi tükenmektedir.”
Söyleşi: Canan GÜLEÇ
Fen bilimleri dersinin kapsamı nedir ve okullarımızda nasıl uygulanmalıdır?
Fen denildiğinde, diğer anlamı da bilimdir. Bilim dediğimiz zaman aklımıza şu geliyor; bilimsel yollarla bilgi üretip sağlamasını yapmak. Fen biliminin doğasında ezber bilgi yoktur, nereden geldiği bilinmeyen kavramlarla başlama yoktur, fen biliminin doğasında araştırma yapmak ve bu yolla birlikte beceri geliştirme vardır. Öğretmenler olarak fen bilimlerinde her ne kadar işin gerçeğini biliyorsak, fen dersleri mutlaka öğrencilerin deneyimi sonucu kazanması gereken bir bilgi türü olmalı. Fen, bir edebiyat ya da tarih gibi öğretmen tarafından anlatılıp, tahtaya yazıp, not tutturup, tekrar etmeyle öğrenilecek bir bilgi alanı değil. Fen bizzat merak edilen ya da müfredattaki bir konunun öğrencinin gayretleriyle gözlemler ve deneyler yapması, soru sorması, cevabın peşinde koşması ve sonuçta kendi cümlesini, tanımını, anlayışını bu kavramla eşleştirmesiyle ortaya çıkıyor. Başkasının fen kavramıyla ilgili yaptığı her hangi bir tanım kişi tarafından özümsenmemişse, deneyimlenmemişse tarihi bir bilgi olarak kalır, ezber gibi unutulup gider. Ülkemizdeki en büyük sıkıntı derslerin doğasına bakılmaksızın bütün derslerin aynı sınıfta aynı stil anlatılması ve öğrenmenin bu şekilde gerçekleştirilmesi çabasıdır. Tarih dersi gibi fen anlatılmaz, edebiyat dersi gibi matematik anlatılmaz. Bu da çocuğun en fazla 5 dakika dikkatini çekiyor ve o güne kadar duymadığı terimle de karşılaşınca çocuk fen bilimine karşı ilgisini kesiyor.
Bunun en basit örneği şudur, çocuklar anaokulunda, ilkokulda hep fenle ilgili sorular sorarlar, denerler, kademe ilerledikçe çocukların dalga boyu söner. Bu sönme LGS hazırlıkta başlıyor ve lisede tam olarak sönüyor. Lisede fen bilimlerini seven öğrenci sayısı çok çok aza düşüyor. Ortaokulda yüzde 15- 20 civarındayken lise son sınıfa gelindiğinde fenden nefret etme noktasına geliniyor, seven öğrenci sayısı yüzde 5-7 arasına düşüyor.
Bu noktaya nasıl geliyoruz?
Bu noktaya gelme sebebinde birinci faktör öğretmenin ders işleme stilinin geleneksel, konuşmaya dayalı, yazmaya dayalı, test ve soru çözmeye dayalı olmasıdır. Çocuk bir konuda 2 bin soru çözüyor ama karşısına çıkan ilginç bir soruyu çözemiyor. ‘Bunun anlamı nedir?’ diye iyi düşünmeliyiz. Ülkemizde sorular yoluyla öğrenme gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Felaket de burada başlıyor. Bir şeyi anlamadan, denemeden, içselleştirmeden, örüntülemeden, beyinde kavram haritasında ilişkilendirmeden soru çözünce her geçen gün ne kadar geriye gittiğimizi görüyoruz. Bu alanı severek yükseköğrenime devam edecek olan yüzde 5-7’lik grubun yanında bir de fen bilimlerinde ileriye dönük avantajlı meslekler olduğu için aile baskısıyla birlikte, aslında anlamadığı öğrenemediği halde bu alana yönelen öğrenciler var. Tabii olaylar anlaşılmadığı için fenden sınava giren çocukların kimya biyoloji fizik alanındaki başarı ortalamaları 14 soruda 1 ile 3 arasında doğru cevap sayısına düşüyor. En büyük sorun bundan sonra oluşuyor, çünkü bu çocuklar fen bilimleri alanında meslek edinen bireyler oluyorlar.
“Ülkemizde sorular yoluyla öğrenme gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Felaket de burada başlıyor. Bir şeyi anlamadan, denemeden, içselleştirmeden, örüntülemeden, beyinde kavram haritasında ilişkilendirmeden, soru çözme yoluyla öğrenmenin gerçekleşeceğine inanmamız eğitim kalitesindeki çöküşümüzü hızlandırıyor.”
Çocuklar için alandaki bu başarısızlık bir tür kısır döngü halini mi alıyor?
Bu durumun asıl sebebi fen biliminin tanımına uygun hareket etmemek, dersleri çocukların keşfettiği, eğlendiği, araştırdığı ortamlar olarak düzenlemek yerine hazır kıta anlatılanı dinleyerek, anlatılanın beynine girmesini bekleyen öğretmenler var. Herhangi bir öğrenciye sorsanız, ‘Dersten kim sorumludur?’ diye, öğretmen sorumludur yanıtını verir. Sanki dersten öğretmen sorumlu, o anlatmak zorunda, ben dinlemekle yükümlüyüm diye düşünüyor öğrenciler. İster dinlerim ister dinlemem diye bakıyor o zaman da. Düşünün bir derse gidiyorsunuz, karşınızdaki insan sorumlu sizin hiç umurunuzda değil. Bu defa derslerin çoğu formaliteye dönüyor. Çocuk için okuldaki zamanını dolduracak programlanmış saatlerden herhangi birine dönüyor.
“FEN LİSELERİNDE DENEYLER YAPILMIYOR”
Öğretmenlerimiz bu durumu nasıl aşabilirler?
Öğretmenlerimiz, öğrendikleri gibi öğretmeye çalışıyorlar. Öğretmenlerimiz eğitim aldıkları üniversitelerde bir öğretme stili ile deneyim kazanmışlar. O deneyimi kazanan öğretmen kendisi de aynı öğretmeyi izliyor. Şartlar değişmiştir, bu şartlarda çocukların sevdiği yöntem teknikleri bulalım deneyelim olayına girmiyorlar. Ben şuan birçok fen lisesinin diğer liselerden çok da farkı kalmadığını üzülerek gözlemliyorum. Fen liselerinde deneyler yapılmıyor, laboratuvarları çok kısıtlı, varsa da giren çok az. Laboratuvarda geçirilecek zamanı ölü zaman sayıyorlar. Bir olgu düşünün ki doğasındaki öğrenme laboratuvarda deneylerle olur. Fakat okullarımızda bunun zıttını yapıp bir de savunuyorlar. Mesela yerçekimi ivmesi formülü fizikte problem çözerken kullanılır, ama yer çekimi ivmesinin ne anlama geldiğini hissetmek için çok basit deneyler vardır. Bunları yapıp gözlemlemeden formülü kullanarak soruyu çözen çocuk kalıpçı çocuk oluyor. Fakat yer çekimi ivmesini belli kurallara göre gözlemleyerek hesap edip bulan çocuklar sorulan soruyu da anlayarak çözmüş oluyor. O sorunun ne anlama geldiğini de anlıyor. Öğrencilerimizde yaşanan en büyük sıkıntı sorunun anlamını yani sorunun gündelik hayatla olan ilişkisini bağlantısını algılamada zorluk çekiyorlar. Öğretmen arkadaşlarımız da haklı kendince, fiziği formül ve tanım verme olarak algılamışlar. Çizim olarak algılamışlar o stille devam ediyorlar fakat yeni fizik dediğimiz dünyanın uyguladığı fizik uygulamalı, bağlantı kuran fizik. Her fizik kavramının teknoloji ve gündelik hayatla bağlantısını irdeleyen fizik var dünyada. Bu yolla çocuk fiziği neden öğrendiğini, gündelik hayatta bu kavramın karşısına nerede çıkacağını biliyor. ‘Öğretmenim bu bilgi bizim ne işimize yarayacak?’ sorusuna karşılık batıdaki çocuk hem ders kitapları hem dersin işleniş biçimi, ders sırasında yapmış olduğu etkinliklerle ilişkilendiriyor, sorguluyor, derin bakarak zevk alıyor.
“Fen liselerinde deneyler yapılmıyor, laboratuvarları çok kısıtlı, varsa da giren öğretmen sayımız çok sınırlı. Laboratuvarda geçirilecek zamanı ölü zaman sayıyorlar. Bir olgu düşünün ki doğası gereği laboratuvarda keşfedilmesi gerekirken, okullarımızda bunun zıttı yapılıyor, bir de bunun doğru olduğu savunuluyor.”
Soru odaklı ders işleyerek çocukları sınava hazırlama kaygısındaki hatalar nelerdir?
Biz istatistik tutuyoruz, hangi konudan kaç soru çıkmış, hangi formülle çözülebilir. Bu şu demektir, bizim öğrettiğimiz fen bilimleri dersleri problem çözme becerisi kazandırmıyor, çıkması olası soruları nasıl çözeceğimizi anlatıyor. Yani robotik bir yaklaşım sergileniyor. Öğretmenlerimiz üzerinde de ciddi veli baskısı var ne yazık ki, bunu da görmezden gelmemek gerekir. Anne babalar çocuğunun fen bilimlerini çok iyi kavramasını, günlük hayatla bağlantı kurmasını, teknolojik çözümler üretmesini çok düşünmüyor sonuçta. Veli diyor ki benim çocuğum 14 sorudan 13’ünü nasıl çözebilir, bana bunun formülünü verin. Eskiden klasik sorular sorulduğundan belli kalıpları vardı, öğretmenlerimiz benzer sorularla ne yapacaklarını taktiksel olarak verip çocukları yetiştiriyordu ve böylece daha çok soru çözülüyordu. Ama soru stilleri değişti. Sorular hayatın içinden gelmeye başladı. Okuldaki dersler klasik yöntem, gelen soru modern bağlamda hayatın içinden soruluyor. Yani soru stilleri fen bilimleri kavramlarının gündelik hayata transferini irdelemeye başladı. Fakat sınıfta anlatılan fen eski fen. Kitapların yarısından fazlası halen kendisini yenilemediği için çocuklarımız binlerce soru çözse de örtüşme olmuyor. Çocuklarımız müthiş işkence çekiyor. Bir yanda klasik yapıda okul, öğretmen notları, kitaplar, diğer tarafta da yeni nesil sorular. Ankara’da ölçmede soruları hazırlayan uzmanların mantığı ile okullardaki öğretmenlerin bakış açıları arasında paralellik yok. Bunun sonucu olarak da en son verilere göre Bursa genelinde Nilüfer özelinde özel okullarda LGS fen bilimleri ve matematik soru netlerinde bir çöküş yaşandığı bilinmektedir.
Bu sorulara ve içeriğe göre nasıl öğretmenler olmalı?
Yenilenme hareketi başlaması ve bu öğretmenlerimizin ders stillerini daha çok hayatın içine uyarlamasıyla çözülecek. Öğretmenlerimiz klasik olarak yetişmiş, teknik anlamda soruları çözerler, ama gündelik hayata transfer etme konusunda yetersiz kalıyorlar. Bu alanda ben de hem ders kitabı hem de LGS soru hazırlama projelerinde görev almamdan dolayı çeşitli deneyimlere sahip oldum. ‘Yeni nesil soruları nasıl bir öğretmen gerektirir?’ diye düşündüm. Artık bir öğretmen, mühendis öğretmen olmadıkça yeni soru stillerini çözme, anlama, algılama düzeyi oldukça düşüyor. Yani sadece fen bilimleri bilgilerini bilmekle şu anki soruların çoğu çözülemiyor. Daha çok uygulamaya dönük olduğu için mühendis mantığı ile sorulara bakmak gerekiyor. Hayatın içine doğru gitmek gerekiyor. Şu anda işin doğasını anlamadan, taklit yoluyla bu sorunun üstesinden gelmeye çalışan öğretmenler olduğunu gözlemliyorum.
“BİLİM MERKEZİ GÖREVLİLERİ, MÜFREDATA HAKİM OLMALI”
Hayatın içinde olmak dediğinizde, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Okul dışı öğrenme ortamları” çalışması geliyor aklıma, fen bilimlerinin öğretilmesi noktasında bu uygulamanın etkili olacağını düşünüyor musunuz?
Dersi işlemek için müzeler ya da bilim merkezlerine gitmek, şu anki imkanlarla çok da etkili olmayacaktır. Bilim merkezlerimize bakıyorsunuz, bir genele hitap eden araç gereçler var bir de yaklaşık düzey için araç gereçleri var. Oraları incelediğiniz zaman görüyorsunuz ki orada çalışanlar müfredat okur yazarı değil, görevliler arasında öğretmen olmayan çok insan var. Batıdaki gibi okulla işbirliğine girilerek düzenleme yapılmalı, belirli düzeydeki hangi ünitenin/ konunun hangi kısmı nasıl parçalarla öğretilecek, kurgusal olarak, dokunarak, hissederek nasıl bir öğrenme yolu izlenecek merkezdeki görevlinin biliyor ve uyguluyor olması gerekir. Bu profesyonellik ve işbirliği gerektiriyor. Batıda, bizim gibi bütün çocuklar şapkalarını takıp sıraya girip seyreder gibi müzeye gitmiyorlar. Onların düzeyinde ve okullarda olmayan parçalardan herkes faydalanacak şekilde etkinlikler düzenleniyor. Okul dışı öğrenme çalışmasının ciddi bir arka planı var, o arka planda da düzeye özgü bilim var, keşif var, okulun imkanlarıyla yapamadığı, sunamadıkları bu yolla deneyimleniyor. Bizdeki müzelerin, bilim merkezlerinin henüz öğrenci düzeyinde bir yapıya kavuşmadığını görüyoruz. Bir yere götürünce çocuğu ne alması gerektiğine dair bir ön hazırlık ve kazanımlarla eşleşme olmalı. Gidilecek yerdeki kişiler alanın uzmanları olmalı.
ETKİLEŞİMSİZ ORTAMLARDA ÖĞRENME OLMUYOR
Bu gidişat içerisinde çocukların gelişimine, hareketliliğine dair gözlemleriniz nelerdir?
Bizim eğitim sistemimizde hareket yok sessiz sınıflar var. Okulda en iyi öğretmen sınıfında ses çıkmayan, dışarıya taşmayan öğretmendir. İçeride neler oluyor, sus pus çocuklar öğretmene bakıyor, öğretmen anlatıyor, yazan yazıyor, yazmayan öyle izliyor. Çocuğun da sürecin içinde olacağı, beyinsel olarak katkı sağlayacağı formatlar oluşması lazım ki karşılıklı etkileşim olsun, etkileşimsiz ortamlarda öğrenme olmuyor. Çocuk da soru soracak, öğretmen de onu cevaplayacak. Öğretmenlerimizde, gelen soruları cevaplarsak vakit yetmez algısı var. Eskiden zaman yetmiyordu belki ama okullarımızda cumartesi pazar kursları büyük zaman kazandırıyordu. Şimdi de kurslarımız var, bakıyoruz haftaiçi ve haftasonu aynı uygulama yapılıyor. Bir diliminde olsun, deney yapılsın. Fendeki deneylerin çoğu basit araç gereçlerle yapılabilir çok az deney için büyük laboratuvar ve araç lazım. Bugün onun için bile 3-4 bin liraya laboratuvar kurulabilir. Fen liseleri dahi laboratuvara girmeden, test kitaplarına hapsedilmiş çocuk yetiştiriyor. 21. Yüzyıl becerileri, yeni nesil kavram tanımları konuşmalarda hep geçiyor, 2018 eğitim programında da yer aldığı için daha sık duyuyoruz bu terimleri ama test kitaplarını kıyasladığımız zaman 10 yıl öncesi ile aynı sorular. En iyi olduğu iddia edilen özel okulla devlet okulu arasında öğrenme stili açısından hiç fark yok. Ben düşünüyorum o halde çocukları özel okullara göndermenin ne anlamı var? Çocuklar özellikle özel okullardan ciddi laboratuvar becerisi birikimi ile mezun olması gerekir ki bu okullar diğerlerinden farklılaşsın. Günümüzde öğretim yöntem ve teknikleri özel ve devlet okullarında aynı iken, birçok özel okullar reklama ağırlık verip, öğrenmede ARGE faaliyetleri yapmayı ikinci plana atıyorlar. Farkı, farklılaştıracak farklı faaliyetler denemiyorlar.
“BİLGİLER, KALIPLAR EZBER OLDUĞU İÇİN ÇOCUKLAR ÇOK ÇABUK UNUTUYOR”
Deney yapıldığında çocuk nasıl kazanımlar elde edecek?
Laboratuvarlar oluşturma, en azından müfredattaki deneyleri yapmak gerekli. MEB kitaplarımız şikayet edildiği gibi kötü değil, belki 20 yıl evvel eleştirebilirdik; “Halen deneylerde sabun mu yaptırılıyor?” diye ama artık öyle değil. Birçoğu gerçekten harika etkinlikler içeriyor. Öğretmen basit görüyor, deneyleri yapmıyor. Fende basit kavram yoktur. Örneğin vektörler konusunda, öğretmen tanımını yapıyor, çocuk ezberliyor. Ama bunu anlatırken yön ve doğrultu nedir, farkı nedir anlatmıyor. Çocuk kütleyi öğrendim diyor, kütle ve hacmin farkı nedir, kütle nedir ağırlık nedir bilemiyor. Bir kavram anlaşılmamışsa onunla ilgili yüzlerce soru çözülse de faydası yok. Farkını göstererek örnekler sunarak anlatmak gerek. Tanımsal işlemsel öğrenme var, kavramsal ilişkilendirmeli öğrenme yok. Bu durum çocuklar üniversite aşamasına gelince hüsran oluyor.
HİZMET İÇİ EĞİTİMLER VERİLMELİ
Öğretmen adaylarımızı sizin anlattığınız fen bilimleri anlatma becerisini kazandırarak yetiştirsek de, mevcut öğretmenlerimiz bu değişime nasıl ayak uyduracak?
Öğretmenlerimiz mutlaka hizmet içi eğitim programına alınmalıdır ki çocukların hayal ettiği fen kavramlarını gündelik hayata adapte edebilsinler. Özel okullarda ya da devlet okullarında görev yapan yeni öğretmenlerimiz alan bilgisi yönünden mutlaka ciddi bir meslek içi eğitim kursuna alınmalıdır. Böylece çocukların hayal ettiği fen kavramlarını gündelik hayata transfer etsinler. Anlamlandırsınlar. Öğretmenimiz alan bilgisinde deneyler yaparak ilerlemiş olursa, çocuğa da bunu bir şekilde sevdirecek. Öğretmenler de kavramları tanımsal dar kapsamda öğrendiği için bir türlü bu aşamaya gelemiyor.
Milli Eğitim Bakanlığımız diyor ki, beceri geliştirme merkezleri kuralım. Burada öngörülen önce herkesin yapacağı becerilere yoğunlaşmak. Bakanlığımızın asıl amacı yavaş yavaş disipline özgü, üniteye özgü öğretmenlerimizde beceri geliştirme. Öğretmenlerimiz kendileri deney yapmadığından dolayı laboratuvara girip deney yapmaktan korkuyor. Araç gereçleri kullanmayı unutmuş. Bizim başlamamız gereken nokta yapmakta zorluk çektikleri deneyleri birebir onlara yaptırmak. Eğitimde iyi örnek olarak kabul edilen ülkelerde bir kural var, buna çok iyi uyuyorlar. 45 dakikalık derste öğretmenin 10-12 dakika konuşma hakkı var. Bu süre aşılırsa, yönetici soruyor neden sadece konuştun, araştırman nerede, çalışma yaprağın, araç-gerecin nerede. Öğretmenin 10-12 dakikayı 6 dakikaya dönüştürüp daha çok deney, tartışma yapabilmesine doğru gidişi destekleniyor. Eğitimde iyi örnek olarak kabul edilen ülkeler bu yöne giderken daha az öğretmen konuşması, bilgi anlatması, tahta kullanmasına giderken biz daha fazla öğretmen odaklı çalışmaya gidiyoruz. Bu çelişkiyi ortadan kaldıracağız. Öğretmenlerimiz, 40 dakikalık dersin tamamında kendisi anlatmak zorunda hissediyor. Onlardaki bu algıyı kırdığımızda hem çocuklarımızın fen bilimlerine karşı algı ve sevgisi artacak hem de öğretmenlerimiz aslında kendileri de daha aktif ve zinde olacaklar.