Son Dakika

Tutun Tabiat Hocanın Ellerinden

Epideminin pandemiye dönüşmesiyle tüm dünyayı etkisi altına alan salgın, haz ve hız girdabı içinde debelenen insanoğluna tefekkür ve tefekkuh imkanı tanımış olmalı. Bu salgın esnasında evlerimize hiç olmadığımız kadar konuk olduk, ellerimizi başımıza dayayıp uzun uzun hayat muhasebesi yapma fırsatımız oldu. Sahi dünyaya bu denli tamah etmenin bir sonu olmalı değil miydi? Onca çaba, koşuşturma, teknolojik ve “bilimci” gelişmişlik nasıl da bir anda durma noktasına geldi, sıfırlandı? Bilginin korkuyla imtihanı mıydı bu yaşadıklarımız? Dünyada kayıt altına giren iki buçuk milyon türden sadece biri olan insan, bu sistemin içinde küçücük bir noktayken hükmetme, tasallut etme noktasında ne kadar da cüretkar ve yıkıcı! Bu yıkıcı yönü müdür insanı insan yapan ya da ulaştığı teknolojik, bilimsel seviye mi? Karantinaya girdiğimiz şu günlerde sığınağımız bunlar mı oldu? Asıl sığınılacak yer neresi? İnsanı insan yapan şey nedir?

Bir musibet bin nasihattan evladır demiş atalarımız. Dünyanın ne menem şekillendiği, hangi yönünün ağır bastığını görmek için, bir hedonist Oblomov, bir e-mankurt, bir teknomanyağa dönüşerek başka bir türe evrilen modern insanı görmek için böyle büyük sınanmaya gerek yoktu. Zaten her şey ortadaydı. Demek görmeyenler için son uyarı, büyük ihtar olmalı bu son yaşanılanlar. Belki de eşiğinde durduğumuz “yeni” bir çağın doğum sancılarıdır bu çektiklerimiz. Bilgi çağındayız, duygusuz bilgi çağı! Her şeyi biliyoruz, her şeye hakimiz! Tüm güç, bütün erk ellerimizde! Dünyanın hatta evrenin hakimi biz -homo-sapiens- bu bilgi çağının silahlarını bir o yana bir bu yana savura savura, fütursuzca dünya serüveninde hoyratlaşırken bir anda evlerimizden dışarı adımımızı atamaz hale geldik. Evrensel köye dönüşen bu koca dünyada salına salına gezerken bir anda anne-baba-çocuklardan örülü yuvamıza doluştuk bekliyoruz. Tehlike geçtikten sonra tehdit geçecek mi? Kaldığımız yerden hiç bir şey olmamış gibi devam edebilecek miyiz?

Dervişin fikri neyse zikri odur denir. Teşbih de hata olmaz. Bir fani dünyalı olarak benim zihnim, hayatı sorgulayarak, daha iyisini nasıl buluruza yönelik düşünerek, araştırarak işliyor. Seçerek izlediklerim, okuduklarım, nasiplendiğim sohbetler hep bu minval üzere seyrediyor. Bu yüzden de yazarken bu zihni esaretin mahkumu olduğumu hissediyorum, bu döngünün dışına çıkmakta zorlanıyorum. Hayatıma hakim olan “ne yapabiliriz?” “bu dünyaya ne katabiliriz?” fikri sözlü ya da yazılı konuşmalarıma hakim oluyor. Her defasında bir başka açıdan, bir başka kaynaktan beslendiğim mümbit alanları işaret etmek üzere öncelikle kendime yazıyorum. Bu yazıda da daha önceden kaleme aldığım hayat boyu eğitim mottosuyla yol aldığım, doğal, sağlıklı ve mutlu yaşam nosyonu üzerine odaklanarak bıraktığım yerden devam edeceğim. Hayatı tanıma ve anlamlandırma çabamı ortaya koymaya, modern insanlığın geldiği noktadan modern dünyayı resmetmeye çalışacağım. Şimdi kendi yaşam halkamda yaşatmaya çalıştığım  fikirlerden bahsedip bu fikirlerin yıllardan beri konuşulan, yazılan şeyler olduğunun keşfiyle duyduğum mutluluğu paylaşacağım. Basit ve minimal yaşamla mutlu mesut yaşayan insanların elan var olduğunu örneklendirmeye çalışacağım. Bu dünyanın görülen/görülmeyen her iki yüzünü çizip ne yapılmasına dair çözüm önerileriyle birlikte Corona virüs sonrası “yeni” yaşam için, içinde bulunduğumuz bu vaktin, harekete geçmek ve harekete geçirmek için tam zamanı olduğunu dile getireceğim. “Susayınca kuyu açmaya başlamak” yerine sorun çıkmadan çözüm aramalı, proaktif tedbirlerle eşiğinde durduğumuz bu “yeni” çağa karşı gardımızı almalıyız.

 

 

Sanayi devrimi öncesi neredeyse her şeyini kendi yapan insan, devrim sonrası tek “bir” şeyi bile kendi başına yapamayan bir nesneye, otomasyon sisteminin sadece bir dişlisi olarak varlık gösterebilen bir duruma indirgenmiştir. Sinan Canan kitabında soruyor: “İnsanın asıl mesleği nedir?” İnsanın asıl mesleği her şeyden önce insan olmaktır, insan kalmaktır. Yaşadığı dünyaya olumlu katkıda bulunacak “çözüm üretme” vazifesini ifa etmektir. Dünya tarihi boyunca dünya düzeninin altını üstüne getiren onca badireyi atlatan insanoğlu yaşadığı her zorlu dönemin üstesinden gelmesini bilmiştir, bilecektir. İnsan, insan kalarak, çözümün bir parçası olmaya çalışarak kaosu sükunete çevirmeye muktedirdir. Her ne kadar bu kudrete sahip de olsa insanların büyük bir kısmı yaşadıkları hayatlarından hoşnut olmamalarına rağmen bu rutinin dışına çıkamayacak kadar konfor bağımlısıdır. Bu yüzden Canan, içlerinden az sayıda çıkacak devrimci zihinle, bozulanı düzeltmeye, daha iyiye ulaşmaya katkı sağlanacağına inanmaktadır.

 

İnsanoğlu Bağlarını Kopardığı Doğaya Acilen Dönmelidir

 

Doğal yaşam felsefesiyle tanıdığımız doğal tarımın öncüsü Masanobu Fukuoka da  modernist paradigmalarla insanoğlunun düştüğü durumu şöyle ifade etmiştir: “İnsan elde ettiği ‘ayırıcı’ bilgiyle, akıl gücüyle her şeyi başarabileceğine inanır, her şeye hükmedebileceğini vehmeder, bu da onu kibirli bir budaladan başka bir şey yapmaz”. Şu son yaşadığımız olaylar da bu sözün hala ne kadar doğru ve geçerli olduğunu bir kez daha ispatlamış durumda. Etrafını kendi kontrolü ve hükmü altında tuttuğunu zanneden insanoğlunun yaptığı şey sadece içinde bulunduğu çevreyi tahrip etmektir. İnsan hayata hakikat penceresinden bakabilse, Yaratan’la bağını kuvvetlendirse, doğaya güvenip dayansa her şey güzel bir uyum ve ahenkle döngüsünü sağlıklı bir şekilde sürdürebilecektir. Etrafına bunca zarar veren insanoğlunun yaptığı bu tahribatı durdurması buna son vermesi için evrensel boyutta bir çağrı olabilir mi bu pandemi? Bu sıkışmışlık sendromuna çare bulmasını sağlayacak arayışlara sevk edebilir mi? Her ne kadar harekete ve sorun çözmeye elverişli yaratılmış olsa da teknolojik konfora teşne olmuş insanları çözümün parçası olmaya sevk edebilir mi? Doğadan kopmuş insanoğlu tekrar doğayla bağ kurup bu bağı kuvvetlendirebilir mi?

 

İnsan yaratılışı gereği eşrefi mahlukattır, sahip olduğu ve donandığı özellikleri takdire şayandır. Hayatta kalabilme mücadelesinde, hatta hayata ve dünyaya hükmetme becerisinde bu kadar mahir olmasının temelinde onun gelişmiş zihinsel özellikleri yatmaktadır. Homo-sapiens’i diğer tüm türler arasında bu kadar başarılı kılan, tüm olumsuzluklara rağmen hayatta kalma becerileriyle donatan en büyük özelliği zekasının yanısıra son derece üstün iletişim ve sosyal birlikler kurabilme kapasitesidir.

 

Eşrefi Mahlukat İnsanoğlu Yeni Çağa Hazır mı?

 

Beyin, canlının sürekli değişiklik arz eden, öngörülemeyen tabiat şartları içinde hayatta kalmasını sağlamak ve bunun için gerekli tüm önlemleri almak için vardır. Beynin temel işlevlerinden biri de öğrenilen davranışları bir anlamda “otomatik pilot”a aktarıp bilincimizi yeni ve çözülmesi gereken başka sorunlar için serbest  bırakmasıdır. Bedeninin zayıflığına rağmen sahip olduğu son derece gelişmiş zihinsel becerileriyle insan beyninin dünyayı değiştirmede ve ona hükmetmede en büyük becerisi alet yapması ve aletlerle iş görmesidir. Bedeni zaaflarını göstermiş olduğu teknolojik ve bilimsel gelişmelerle kemâle erdiren insan, basit makinelerden yapay zekaya evrilen bir teknolojik aletler zinciriyle dünyayı dönüştürdü, dönüştürüyor.

 

 

Bağımsız Düşünebilen İnsan Türünün Son Nüveleriyiz

 

Peki geldiğimiz yer, ulaştığımız nokta olması gereken yer mi? Bu “gelişmiş ve ilerlemiş” yüzüyle modern dünya gerçek refah seviyesinden uzak gözükmektedir. Eşyaya bu kadar hükmeden bir beyin gücünün düşünme, fikir edinme, tefekkür etme noktasında dumura uğradığı, beynin temel fonksiyonlarının yitme noktasına geldiği gözden kaçmıyor. Geleceğe ilişkin endişe taşıyorum çünkü karşımızda zorluk görmediği, hiç sıkıntı yaşamadığı, sahip olmak için çaba göstermediği halde hayattan bezmiş; bir ideası, milli ya da evrensel mefkuresi olmayan ve olma imkanı da gözükmeyen; elindeki elektronik, teknolojik oyuncakların hapsinde, eğik boyunlarıyla gözlerini realiteden çevirmiş her şeyi parmak uçlarıyla dokunarak halletmek isteyen bir sözüm ona  insan kitlesi var. Homosapiens adlı kitabın yazarı İsrailli akademisyen Hararî’nin deyimiyle modern insan, günümüz insanı insanlık türünün bağımsız düşünebilen son türü. Acaba bu türün son nüveleri olan biz bu bağımsız düşünme kapasitemizin yüzde kaçını kullanabiliyoruz? Bana öyle geliyor ki kendini bu yalan dünyanın girdabına kaptırmış olan modern insan, insan olmayı, insanca yaşamayı ve konuşmayı unuttu. Harari’nin bahsettiği şekliyle türünün son örnekleri olan modern insan, bu modern yaşamın içinde rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulan, kapitalist söylem ve söylevlerin hararetli retoriğine kapılmış bir vaziyette hızla yitip gidiyor, gerçek aklı(nı) kullanıyor. Peki sırada ne var? Dijital çağ: Yapay Zeka, Transhümanizm? İnsanın makineyle birleşmesi mi?

 

 

 

 

İnsan Teknolojinin Tutsağı, Bu Dünyanın Oyuncağı, Konforun Kurbanı Olmuş Durumdadır

 

Modern insan sahip olduğu “gelişmiş(!)” güçleriyle her alanda hakimiyetini hissettirmeye, zihinleri sömürü altında tutmaya çalışırken hayatın her alanında yıkıcı bozucu titrini hissetirmekte, ifsat etmediği tek bir alan bile bırakmamaktadır. Modern yaşam, düşünen, sorgulayan, eleştiren beyinleri uyuşturmak ve deforme etmek için de kendince modern yollar bulmuş ve uygulamaktadır. Etrafımız diploma sahibi oldukça, bilgi hamallığı yaptıkça ancak eğitimli olacağını sanan “ignoramus” vasıflı insanlarla çevrilmiş durumda. Ignoramus vasıflı bu insanlarla kötü gidişatın bir son bulması elbette ki beklenemez. Modern insan araç olan şeyleri amaç haline dönüştüren bu sistemi sorgulayamadığı için kurumlara müthiş bir inanç beslemekte, ancak okulla eğitileceğini, hastaneye giderek ilaç alarak sağlık bulacağını, tüketim sektörünün bir kölesi olarak mutlu olacağına inandırılmaktadır. Tüm bu sektörlerin güdümünde, hep bir şeylerin “nesnesi” olmaya teşne modern insan, doğadan ve hakikatten uzak düştüğünü, hayatın elinde bir oyuncak mesabesine dönüştüğünü ne zaman anlayacaktır?

 

 

Çağın Bunalımından Kurtuluş Doğa İle Mümkündür

 

Eğitim, sağlık, politika gibi kurumların insan yaratıcılığını öldürerek, insanları kendine bağımlı kıldığını; ilerleme ve verimlilik adına korkunç bir üretim-tüketim çılgınlığının yaşandığını; oysa sanayileşme ve büyüme kavramlarının vazgeçilemez kavramlar olmadığını söyleyen Ivan Illich modern “kurumların” tahakkümüne savaş açmış, düşünen insanı “Şenlikli Toplum” ihdas etmeye çağırmıştır. Buna mukabil “Azgelişmişlik Üstünlüktür” eseri ve sloganıyla Lütfi Bergen de günümüz insanını ezber bozmaya, yeniden düşünmeye davet etmektedir. Benzer şekilde modern çağda karşımıza çıkan yabancılaşma ve medeniyet paradoksuna yönelik İsmet Özel’in de meseleyi muktedir olmak ile ahlaklı olmak çerçevesinden ele aldığını, çözüme ilişkin olarak da insanın özüne, öz kaynaklarına dönmeye çalışması gerektiğini salık verdiğini biliyoruz. Fukuoka’nın da çağrısını yaptığı “büyük mutluluk” için insan doğaya dönmeli, doğayla olan bağını güçlendirerek korumalıdır.

 

 

Modern İnsan Mutlu mu?

 

Hayatı yavaşa alsak, bu kadar girift ve kompleks bir hale sokmasak daha mutlu olmaz mıyız? Kafamıza kazınan, eğitimle, medya ile empoze edilen bu modern yaşam gerçekten matah bir şey mi? Hiç düşündük mü bu sürekli büyüme, sürekli üretim ve sürekli tüketim döngüsü sağlıklı bir şey mi? Bhutan kralının dediği gibi “gayri safi milli hasıla yoktur gayri safi milli mutluluk vardır” diyebilmek çok mu zor? Dünya şu an hiç olmadığı kadar bilimsel ve teknolojik gelişmelerin doruğunda. Peki bu “gelişmiş ve ilerlemiş” dünya bize hak ettiğimiz  mutluluğu veriyor mu? Yoksa Bhutan’da olduğu gibi teknolojiye esir olmadan da mutluluğun ihdası mümkün mü?

 

Mutluluk Reçetesi

 

Peki mutluluğun sırrı nerede? Sinan Canan insan hayatında mutlu ve sağlıklı olmanın reçetesini şu beş şeyle özetliyor: bol hareket; az ve sağlıklı yemek; olumlu zengin soysal ilişki; düşük stres ve var olanla yetinmemek, sınırları aşmak. Bu kriterlere uygun bir hayat tarzına sahip olduğumuz söylenebilir mi?

 

Modern İnsan Hareketsiz Atıl yaşıyor

 

Günümüz insanı 150 bin saat oturuyormuş oysa hareket için tasarlanmış bir bedenimiz var. Hareketsizliğin sigaradan bile daha zararlı olduğu, dengesiz beslenme ve hareketsizlik sonucu oluşan obezite probleminin günümüz sağlık sorunlarının başında geldiği herkesin malumudur.  Uzmanlar bu hareketsiz yaşam tarzını, sporla egzersizle takviye ederek düzeltmenin de mümkün olmadığını ifade etmektedirler. Zira parçalı bir hareket değil bütüne yayılan bir hareketlilik içinde olmamız gerekmektedir. Peki bu hareketli yaşamı modern hayat ve onun aygıtları mı verecek bize?

 

Modern İnsan Sağlıklı Beslenmiyor

 

Dengeli, besleyici, sağlıklı gıda ile beslenmiyoruz. Sürekli elimizin altında abur cubur bir şeyler var ve biz hiç aç kalmıyoruz. Ambalajlı ürün hiç tüketmememiz gerektiği halde marketler doğal, sağlıklı ve besleyici vasıflardan uzak, katkı maddeleriyle dolu yarardan çok zarar getiren “şeyler” ile dolu. Biz de hazırcılığın büyüsüne kapılmış hep “alarak tüketme” yolunu seçiyoruz. Yediklerimiz bizi hasta ediyor, yanlış ve sağlıksız beslenme yüzünden hastaneler hasta kaynıyor ve tüm bunların neticesinde “sağlıklı” bir yaşam sürdüğümüzü söylemekten çok uzağız. Ne acı bir gerçektir ki günümüzde fazla yemekten ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerden fazladır. Bu kadar gelişmiş(!) olmadığı zamanlarda insanlar oturamazdı, hareket etmek zorundaydı. Mobilite ve canlılık insan hayatının bütününe hakimdi. Peki bu gerçekten ihtiyaç duyduğumuz sağlıklı gıdayı , sağlıklı yaşamı modern hayat ve onun aygıtları mı verecek bize?

 

Modern İnsan Sağlıklı İlişki Kuramıyor

 

Yaşadığımız bu güzel vatan topraklarında hala sahip olduğumuz, sahip çıkmaya çalıştığımız millî, manevi değerlerimiz var. Henüz bu değerleri tamamıyla yitirmedik. Hala gerek aile içinde gerekse toplumsal bazda -her ne kadar dejenerasyona uğramış olsa da, bozulmaya yüz tutsa da- olumlu bir sosyal ilişki kurmamızı ve sürdürmemizi sağlayacak sosyal becerilere sahibiz. Gerek medya gerekse sosyal medya, internet aracılığıyla sahip olduğumuz değerleri ve güzellikleri ifsat edici bir takım propagandalara maruz kalmadığımız da söylenemez. İnternet bağımlılığı, dezenformasyon ve olumsuz empozelere maruz bir gençlikle karşı karşıya olduğumuz gerçeği yüreklerimizi burkuyor. Teknoloji bağımlısı, üretmeyen ama sürekli tüketen, uyuşuk bir nesil yetiştiğini de görmüyor değiliz. Peki umutlarımızı neyle beslemeliyiz? Sağlıklı nesilleri, sağlıklı sosyo-kültürel ilişkileri modern hayat ve onun aygıtları mı verecek bize?

 

 

 

Modern Hayat Stres Kaynağı

 

Hayatımız modern yaşamla birlikte dakika dakika parsellenmiş, her an bir sonraki işe yetişme telaşında geçip gidiyor. Bir dağcı gibi kancayı bir o tarafa bir bu tarafa savura savura stres altında yol alıyoruz. Zamana karşı yarıştığımız bu modern, şehirli yaşam bizi yavaş yavaş öldürüyor. Her türlü zihinsel ya da bedensel rahatsızlığın ilk ve en büyük nedeninin stres olduğu herkesin malumudur. Peki bu stressiz yaşamı modern hayat ve onun aygıtları mı verecek bize?

 

Modern İnsan ‘An’ı Garantilemeye Çalışır, Gelecek Mefkuresi Yoktur

 

“Eğer bile bile gücünüzün yettiğinden daha azı olmayı planlıyorsanız sizi uyarıyorum, hayatınızın geri kalanında mutsuz olacaksınız. Kendi yeteneklerinizden ve olanaklarınızdan kaçıyor olacaksınız”. Abraham Maslow; müthiş bir güç, donanım ve potansiyelle donatılmış olan insanoğlunun daha iyisi, daha güzeli için uğraşmayışının, azıyla yetinmesinin, konfor düşkünlüğünün onu mutsuz edeceğini söylüyor. Konfor öldürür. İnsanların çoğu ayaklarını bir yere sabitlemek, geleceği güvence altına alma arzusu taşır. Peki ama niçin?  Sinan Canan’ın deyimiyle “sen yine çal oğlum ama sabit bir SSK maaşın olsun” zihniyetinde günümüz insan prototipinden, tüm eğitim serüvenini sabit ve garanti bir iş ve maaş bulma hedefine indirgeyen insandan gerçek anlamda gelişme, etrafını mamur etme çabası beklenebilir mi? Peki bütün bu kendini güvene alma çabası ne için? Sinan Canan bütün bu anlayışın temelinde “Survivor mod” denen, hayatta kalmaya çalışan toplumsal davranışın yattığını söyler. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi adını verdiği piramidin en altına kendimizi sıkıştırıp sağ kalmaya çalışıyoruz. Yemeyip içmeyip ev, araba sahibi olmaya, geleceğe yatırım adı altında bugünümüzden “çalmaya” çalışan bu çağın insanı biz, hep “kendini güvene alma refleksi” içinde hareket ediyoruz. Oysa en ufak bir doğal afette, depremde başımıza yıkılacak olan bir apartman dairesi için varını yoğunu bu tekin olmayan alana yatıran insan için bu kendini güvene alma çabası ne kadar abes!

 

Konfor Öldürür

 

Yarını görebilmenin, öngörülebilir ve stabil olmanın iyi bir şey olduğunu düşünüyoruz. Mesaiyle hayatımızı sınırlayan, kıskaca alan bir çalışma düzeneğimiz var. İşe gitmek için kalkmak zorunda olduğumuz bir saat, binmek yetişmek zorunda olduğumuz araçların kalkış saatleri, yemek yeme saati her şey öngörülebilir bir düzenekle bir zembereğin içine sıkıştırılmış bir durumda bizi baskılıyor, eziyor, öğütüyor. Canan, insan zihni ve bedeninin böyle çalışmadığını söylüyor. Her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmanın aksaklıklar, arızalar çıkardığını ifade ediyor. Aynı şeyleri yemek metabolik stres yapar, aynı hareketlilik ya da hareketsizliğe maruz kalmak iskelet yapımızı bozar. Hayatı öngörülebilir kılıp kısır bir döngüye dönüştürmek insan sağlığını son derece olumsuz etkiler. Engellerle karşılaşmayan, her şeyi mevcut modern yaşam aygıtlarıyla stabilize edilen insan hayatı uyarılara kapanır, uyarılmayan bu sistem de gelişmez ve körelir. Beyin zorlamaz ve zorlanmazsa küçülür. Bir sorun varsa beyin ve beden harekete geçer, sorun yoksa dert yoksa mezardaki ceset gibi beynimiz de bedenimiz de daha hayattayken çürümeye başlar. İnsanlar kendilerini  survivor modda tutmaya çalışarak, dertlerden uzak tutarak, problemlerden soyutlayarak kurtarılmış bir yaşam alanına kendini hapseder, bu da insanı çürütür. Peki bu survivor modda yaşayan modern insan mı hakikat dünyasını inşa edecek, medeniyet kuracak dünyaya huzur ve barış iklimini getirecek?

 

Nereden Çıktı Bu Uyuşuk Yeni Nesil?

 

Kendi olduğu gibi, yetişen nesli de survivor modda tutmaya çalışan ama “Gençlik şöyle, gençler böyle” diye uzun uzun şikayet cümleleri kurmadan da duramayan yetişkin bir kitle var karşımızda.  Maalesef ki gençlerdeki bu çürüme onların doğumuyla başlıyor. Kollayıcı, koruyucu nitelikli ebeveynler çocuklarını kendi başlarının çaresine bakabilecek kudrette görmüyor. Onları acıktığını, susadığını, üşüdüğünü ya da ne istediğini bilmeyen varlıklar addediyor ve demirden bir fanus gibi onları sürekli ebeveyn muhafazasına muhtaç bırakıyor. Bunun sonucu olarak da çocuklar birer makineye dönüşüyor, kendine dikte edileni yaşıyor, “kendi” olmayı öğrenemiyor  ya da çok geç öğrenmek zorunda bırakılıyor.

 

Hayatta önlerine çıkacak her engeli daha onlar görmeden kaldırarak, onlara engelsiz, pürüzsüz bir yol açarak çocuklarımıza en büyük kötülüğü biz yapıyoruz. Kendisinin çare aramasına fırsat bırakmayacak şekilde sürekli bir gölge gibi onları kollayarak, düşmesin diye önündeki tüm engelleri kaldırarak onları büyütmeye çalıştığımızı zannederek en büyük yanlışı biz ebeveynler yapıyoruz. Peki niye? Çünkü biz ebeveynler kendi hayatımızda da konforu ihdas etmenin büyüsüne kapılmışız. Çocuklarımıza da bu çürüten konfor hastalığını bulaştırmışız, onlar da modern çağın nimetleriyle bu hastalıklı hallerini her geçen gün daha da artırıyorlar.

 

 

Bu durum sadece evlerde mi böyle? Maalesef ki hayır! Ebeveynlerin ardından okul sistemi ve bu sistemin çarkları olan öğretmenler de çocukları  rahat bırakmıyor, onları düşünmemeye, merak etmemeye itecek şekilde sistemi besliyor. Yetmiyor ödevlere, bilmem kaç bin tane soru çözecekleri testlere boğuyor. Okul çocuğun kendini gerçekleştirmesine yetmiyor, yetmez deniyor, ders dışı faaliyet çılgınlığıyla çocuklarımız sürek atı gibi koşturuluyor. Tüm bunların yanında internet, sosyal medya ve sanal alem tüm cazibesiyle gençliği avuçlarının içine almış, günden geriye kalan tüm anlarını hızla sömürüyor. Gerek ev içinde gerekse ev dışında içinde bulunduğu ortamlarda sürekli nesne konumuna indirgenen bir genç tamamıyla dış etkilere maruz kaldığında bu nesne olma durumundan kendini kurtaramıyor ve karşımıza tüm bu baskı ve yanlışlıkların altında bezmiş, pusmuş, hayata hazırlanma bahanesiyle okul/eğitim adı altında yetişkinlerin yapmış olduğu zorlamalarla bunalmış bir gençlik çıkıyor. Biz yetişkinler de kınıyoruz! Bu ne menem bir gençlik?

 

“Survivor Moddan” Çıkmamız Lazım

 

Tüm bu anlatılanlar ışığında mutlu olabilme potansiyelimiz ne kadar? Eğitmeyen öğüten bir eğitim sistemi, iyileştirmeyen hep “hasta” tutan tıp ve farmakoloji, yedikleri faydadan çok zarar veren bir gıda sektörü, zehirleyen tarım, “ihtiyaç” mefhumunu unutturup biteviye “tükettiren” giyim ve harcama sektörü, teknolojik çılgınlıklarla üretmeyen sürekli tüketen, kendi hayatının aktörü değil başka sektörlerin nesnesi konumuna düşmüş, elindeki tekno-oyuncaklara boyun eğmiş düşünmekten, düşünerek hareket etmekten son derece uzak bir “Oblomov” nesil. Hem bedenen hem de ruhen yanlış besleniyoruz, hareketsiz ama bol stresli, ailevi ve toplumsal bağları yok olmaya yüz tutmuş bir hayat tarzımız var ve biz “survivor mod”da yaşıyoruz. SSK’lı ol, devlette bir işe yerleş yeter. Dünyayı sen mi kurtaracaksın? “Bağımsız düşünen insan türünün son nesli bu nesil düşünme yetisini hala haiz mi? Karşımızda da en büyük muamma yapay zeka/transhümanizm. Mutlu olmak mümkün mü? Ana hatlarıyla çerçevesini çizen moderniteyle, modern yaşamla günümüz insanı olması gerektiği yerde değil ve en önemlisi mutlu değil!

 

Bilimsel Ve Teknolojik Onca Gelişmenin Gölgesinde Modern İnsan Niye Bunalımda?

 

Bilinen tarih sahnesinde insanlar önce gezgin, göçebe yaşıyordu. Tarım ve hayvancılık yaparak köylerde yerleşik hayata geçtiler. Yazının icadı ve kullanımının artmasıyla insanlar bürokrasiye boğuldular ve ülkeler, imparatorluklar ortaya çıktı. Sanayi Devriminden, enerji dönüştürme süreçlerinden önce insanlar kas gücüne dayalı büyük ölçüde toprağa dayalı bir üretim gerçekleştiriyordu. Enerji dönüştürme süreçlerinden sonra kapitalizm ve büyük ölçekli üretim ortaya çıktı. Şimdilerde ise reel yaşamdan sanal yaşama, dijital dönüşüme evrildiğimiz şu günlerin ne getireceği pek net gözükmüyor. Net gözüken tek şey dünya olması gerektiği gibi bir dünya değil! İnsanlık tarihinin, insan ediminin kabaca tarihsel serüveni ve iddia edildiği üzere linear bilim anlayışı, üstün bir gelişmişlik gösteren modern hayat önümüze koskoca bir kaos çiziyor: kan, göz yaşı, sömürü, açlıktan, savaştan ve terörden ölen masum insanlar! Niye bu gelişmişlik seviyesi arzu edilen ideal hayatı ve düzeni getiremedi? Niye modern insan bunalımda?

 

Sürekli Büyüme İsteği Hastalıklı Bir Düşüncedir

 

İnsanların yüzde doksanının köylerde yaşadığı dönemde insanların yapıp ettikleri daha çok kendi becerileriyle, kimlikleriyle ilgili bir şeydi, parayla alakalı kariyer iş meselesi yoktu. İş ve ev hayatı aynı bütünsel bir zaman/mekan düzleminde gerçekleşmekteydi. Ayırıcı bilgi, bölünmüşlük yoktu. Sinan Canan’a göre kariyer tanımı Sanayi Devrimi sonrası toplumsal yapı içinde teşekkül etmiştir ve bu insanlık tarihinde bir anomalidir. Kapitalist sistemin dayattığı daha fazla tüketmek için sürekli üretim, sürekli büyüme mefhumu da hastalıklı bir düşüncedir. Çünkü dünyada sürekli büyümek isteyen tek şey hastalıklı kanser hücresidir.

 

 

Modern Bunalımdan Çıkış Yolu Var Mıdır?

 

Peki modern dünyanın bunalımına ilişkin neler yapılabilir? Ivan Illich, günümüz sorunlarına çare ararken öncelikle modern insanı ve insanı kıskaca alan kurumlarıyla modern yaşamı niteler ve eleştirir. Illich’e göre modern yaşam her yönden birtakım sorunların temelini oluşturmakta ve geleneksel değerlerden kopuşa neden olmaktadır. Bu modern yaşam, insanı ve toplumları  tektipleştirmektedir, insanı kendine ve içinde bulunduğu çevreye yabancılaşmaktadır, gitgide daha çok teknolojinin, tüketimin, makinelerin ve konforun esiri yapmaktadır. Sahip olduğu kurumlarıyla modernite insana bir çözüm yolu sunamamaktadır. Illich’in modern yaşamın kurumlarına olan inancı o kadar azdı ki kanser olmasına rağmen modern tıbbın insanları iyileştirmekten ziyade daha da hasta ettiği tezini savunarak kanser hastası olmasına rağmen modern tıbbi tedaviyi reddetmiş, inandığı tarzda sağlık arayışlarına girmiştir.

Sözümona onca gelişmiş ve ilerlemiş teknolojik-bilimsel seviyeye sahip bir çağdayız. Peki niye hala kaos, karmaşa, kan, gözyaşı ve mutsuz insanlar var? Illich’e göre insanı hesaba katmayan, fayda/kâr odaklı bir zihniyete sahip, varlığı ve varoluş sebebini unutan Batı uygarlığının salt teknik ilerlemelerle etik bir şahsiyet ve medeniyet oluşturması mümkün değildir. Illich, modern kurumların, profesyonellerin ve uzmanların, insanların öz bakım becerilerini yerine getiremeyişlerinin, kendi doğal yetenek ve becerilerini ortaya çıkaramayışlarının en büyük engeli olduğunu savunur. Bu durumda insanın yapması gereken şey, kendi imkanlarıyla sürdürülebilir bir yaşam döngüsü oluşturmasıdır. İnsanlar da devletler gibidir. Dışa bağımlı olmaktan kurtulmadıkça içte de, özde de bağımsız olabilmesi, özgür ve mutlu kalabilmesi zor gözükmektedir.

 

Çıkış Yolu Elbette Var

 

Modern insanın içine düştüğü bunalımdan kurtuluşunun anahtarı yine kendisindedir. Önce uyanması gerekiyor. Hakikati görebilmesi için gözlem ve tefekkürle yol alması, iyilik, güzellik ve doğallık halkasını önce kendinde ve kendi çevresinde başlatması gerekiyor. Ondan sonra bozmadan yapmaya, sürekli tüketenden üreten olmaya, çok şeyler için öldüresiye çabalamaya son verip, ihtiyacı olanla, az olanla yetinmeye, minimalist bir yaşam sürmeye, sürdürülebilir bir hayat tarzını ihdas etmeye çalışması gerekiyor. İşin mantalitesine vakıf olup, felsefesini içselleştirebildikten sonra gerisi rahatlıkla aşılacaktır. Gerek Canan’ın çizdiği mutluluğun beş yolu ilkesine, gerekse Illich’in modern bunalıma ilişkin tespit ve çözüm önerilerine baktığımızda tüm bu söylenenleri haklı ve doğru buluyorsak işte o zaman işin felsefesine sahibiz harekete geçebiliriz demektir.

Üretkenliğe geçişi de en temel ihtiyaçlarımızı kendimiz temin ederek başlatabiliriz. Bir kırsal dönüşüm projesiyle doğayla kopan bağlarımızı yeniden inşa edebiliriz. Kendi bahçemizde ya da tarlamızda kendi ürünlerimizi rahatlıkla üretebiliriz. Ne güzeldir ki sesi çok gür çıkmasa da tarım alanında ülkemizde bir devrim hareketliliği içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Ata tohumlarına sahip çıkılması, zehirsiz doğal tarıma, organik tarıma teşvik, gençlerin tarım ve hayvancılığa teşvik edilmesi, tüm bu işler için hazine arazilerinin kiralanabiliyor olması milli bir uyanışın ayak sesleri olarak addedilebilir.

İhtiyacımız olmayan bir sürü şeyi hayatımızdan çıkararak yapacağımız tasarrufla, kendi ruh ve beden sağlığımızın selameti için kendi gıdamızı temin için yer almaya ya da kiralamaya çalışabiliriz. Yaşayacağımızdan emin olmadığımız bir sürü “gelecek” yatırımı yerine “yaşadığımız an” için yatırım yapmak daha akıllıca olacaktır.  Kim bilir boşaltılmış köylerde bir kaç jenerasyon öncesinden kalma bir eviniz bile olabilir. Yeter ki isteyin bu isteğe ne yerel ne de merkezi yönetimlerin sessiz ve kayıtsız kalması mümkün değildir. Özellikle Ege bölgesinde bir kaç belediye öncülüğünde zehirsiz yaşamın öncüsü olacak zehirsiz tarıma ilişkin çok güzel faaliyetler yapılmaktadır. Kendi bölgenizde bu hareketi başlatan niye siz olmuyorsunuz?

 

Tabiat Sadece Seyirlik Değildir, Hayatın Ta Kendisidir

 

Türkiye’de “doğal tarım” dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri Mehmet Tülüce’dir. Tülüce yıllardır bilfiil tarımsal faaliyet içinde bulunmuş, son yıllarda doğal tarımın Türkiye’de öncüsü ve uygulayıcısı olmuştur. Şu an yapmış olduğu tarımsal faaliyetlere doğal tarımın Türkiye’de yaygınlaşması için yaptığı çabaları da eklemiş, doğal tarım meraklılarına gönüllülük esasına dayalı hummalı bir yardım çalışmasını kendine misyon edinmiştir. Kendi kendine yetebilen, dışa bağımlılığı olabildiğince az, sürdürülebilir bir yaşam için ihtiyacı olan gıdayı temin için yola çıkacaklara Mehmet Tülüce cömertçe bilgi paylaşımında bulunuyor. Tülüce’ye göre 4 kişilik bir ailenin bir yıllık gıda ihtiyacını temin etmek üzere 4-5 dönüm arazi yeterli olacaktır. Bu arazide ailelerin bio canlılığı ve ürün yelpazesi geniş küçük bir eko-sistem oluşturması gerekmektedir. Bu eko-sistem içinde meyve bahçesi, bakliyat ve hububat ekim alanı, sebze bahçeleri, kümes ve ağıl hayvanları ile arılar en başta akla gelenler arasındadır.  İsteğe bağlı olarak tıbbi ve aromatik bitki yetiştiriciliği ile sağlıklı yaşamı takviye edecek ürünlere ulaşma imkanı sağlanırken öte yanda arıcılık için uygun bir ortam da oluşturulmuş olacaktır.

 

Doğal Sürdürülebilir Bir Yaşam İçin Yol Haritası

 

Tülüce, doğal tarımı şöyle tanımlamaktadır: Yaratıcısından uzaklaşmış ve O’nun nimetlerine nankörlük eden, nimetlerini tahrip eden insanları yeniden doğaya ve doğal hayata çevirme faaliyetidir. Doğal tarım, doğanın işleyişini esas alan, enerji tasarruflu, zarar vermeden doğadan faydalanan bir faaliyet alanıdır. Tülüce de dünyaca ünlü doğal tarım aktivisti ve uygulayıcısı Masanobu Fukuoka’yı örnek alır. Onun prensiplerini Türkiye şartlarına uyarlayarak uygulamaya çalışır. Zararsız, zehirsiz ekolojik tarım yapmak isteyen herkese fedakarca yol göstermeye çalışır. Tülüce yaptığı konuşmalarda, içinde bulunduğu reel ya da sanal platformlarda doğal yaşam/doğal tarım meraklılarına A’dan Z’ye neler yapılması gerektiğini bıkmadan, usanmadan açıklamaktadır.

Tülüce, kendine yeten, sürdürülebilir doğal yaşamın temeli olacak doğal tarım yapılacak yerde bir ailenin barınak, gıda, su, yakıt, aydınlatma, ısıtma, mobilya gibi ihtiyaçlarını karşılayacak bir yaşam alanı tasarlanması gerektiğini salık verir. Mesela barınak ve bahçe düzenlemesine ilişkin söyledikleri dikkate değerdir: ev selden ve rüzgardan korunaklı bir noktaya konuşlandırılmalı, yola yakın olmalı, güneye bakmalı, enerji tasarruflu olmalı, yazın sıcaktan kışın soğuktan koruyacak şekilde tasarlanmalı, en fazla iki kat olabilir ama tek kat tercih edilmeli, ürünlerin işleneceği, saklanacağı depo, mahzen, odunluk, kiler ve atölye gibi birimleri haiz olmalı, yağmur suyu depolama hedeflenerek su sıkıntısı giderilmeli, ev ve çevresinin üretim alanından doğal bir çitle ayrılmalı, arazinin kuzeyine rüzgar kıracak yüksek boylu ağaçlar, batısına kışın yapraklarını döken ağaçlar dikilmeli, arazide sebzelik, tahıl ve bakliyat alanları, meyve bahçesi, hayvanlar için barınak ve otlak düzenlemesi yapılmalı, sebzelik alan eve yakın olmalı, bu alanlara ağaçlarla, doğal çitlerle sınır yapılmalıdır.

Dört kişilik bir ailenin bir yıllık temel gıda ihtiyaçlarını ve bunlara mukabil ayırılacak yerlerin ölçümünü Tülüce şöyle vermektedir: 500 kg buğday ihtiyacına mukabil 1000 metrekare tahıl arazisi, 80 kg pirinç için 150 metrekare, 60 kg mısır için 50 metrekare olmak üzere toplam tahıl için tek ekimlik bölgelerde 1200 metrekare, iki ekimlik yapılan yerlerde ise 1000 metrekare araziye ihtiyaç duyulmaktadır. Ailenin 80 kg ortalama bakliyat (nohut, mercimek, kuru fasulye) ihtiyacını karşılamak üzere 500 metrekare alana, 400 kg domates için 50 metrekare, 200 kg patates için 50 metrekare, 80 kg soğan için 20 metrekare, diğer sebzeler için ise 30 metrekare olmak üzere sebze için 150-200 metrekare alana ihtiyaç vardır.

Bir ailenin tüm ihtiyaçlarının giderilmesini hedefleyen doğal tarım çiftliğinde ailenin ortalama olarak süt, yoğurt, ayran, peynir, tereyağ ihtiyacına mukabil 1200 litre süte ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere 5 keçi ya da 1 inek yeterlidir. Kırmızı et tüketimine ilişkin olarak Tülüce 100 kg et ihtiyacını karşılamak üzere 4 kuzunun yeterli olacağını söylemektedir. Tüm bu ihtiyaçları karşılamak üzere 1500 metrekarelik bir yere ihtiyaç duyulmaktadır. Ailenin ortalama 800 yumurta tüketimi için 6 adet tavuğa, beyaz et için 40 piliç ya da tavuğa, bal üretimi için ise 1 kovana ihtiyacı vardır. Bir aile 50 kiloluk kuru yemiş ihtiyacını 4 muhtelif ağaçla (badem, fındık, ceviz, yer fıstığı, ayçiçeği), meyve ihtiyacını 10 muhtelif ağaçla, yaklaşık 80 kg bitkisel yağ ihtiyacını 10 zeytin ağacıyla  karşılayabilecektir. Meyve bahçesi için ailenin 1000 metrekarelik bir alana ihtiyacı varıdır. Ilıman iklimlerde ısınma giderini karşılamak üzere 2 ton, karasal iklimlerde ise 5 ton oduna ihtiyaç duyulmaktadır. Genel olarak bakıldığında bir ailenin arazi ihtiyacı şu şekilde planlanabilir:  100 metrekare ev ve müştemilat için 300, tahıllar için 1000, sebzeler için 200 , bakliyat için 500, ağaçlar için 1000, hayvanlar için 1500 olmak üzere toplamda 4500 metrekarelik bir alan gerekmektedir. Sayılanlar dışında diğer ihtiyaçları da doğal tarım bahçesinden karşılamak isteyen ailelerin arazilerini daha büyük tutacak şekilde bir planlama yapması gerekmektedir.

Doğal tarım çiftliğinde bir ailenin kendine yeten ve sürdürülebilir bir yaşam döngüsü oluşturması, çevreye zarar vermeden ekolojik bir sistem oluşturarak çevrenin biyolojik çeşitliliğini koruyarak ihtiyaçlarını en doğal yollarla karşılaması esastır. Basit yöntemlerle bu döngüyü kurmanın hiç de zor olmadığını söyleyen Tülüce, zeytin bahçelerinin etrafına ekilen kekik, biberiye ve lavanta kokularının bir çok “zararlı” addedilen canlıyı bahçeden uzaklaştıracağını, yaban arılarını ve faydalı böcekleri bahçeye çekeceğini ve bu böcelerin ürünlere zarar veren canlıları yiyerek bahçede doğal bir zararlı mücadele ortamı oluşturacağını iddia eder. Tülüce’ye göre, bahçeye ekilecek üçgül bitkisi toprağı gevşetecek, havadaki azotu çekip toprağa vererek toprağı zenginleştirecek dolayısıyla ekstra gübre ve su ihtiyacını azaltarak çiftçinin işini kolaylaştıracaktır. Ayrıca  tek tip ürün yetiştirmeye dayalı mono-tarım yerine ürün çeşitliliğinin bol olduğu doğal tarım çiftliğinde az iş gücüyle tüm işlerin yapılabilmesi mümkündür. Çünkü küçük bir alanda ekim, dikim ve hasat zamanı farklı ürün çeşitliliğine dayalı bir tarımsal faaliyet yapıldığında işlerin zamanında tamamlanması ve ekstradan iş gücüne ihtiyaç duyulmaması normaldir. Az insan gücüyle, zirai makine ve traktöre, tarım ilacı adı altında tarım zehirlerine, pestisit ve kimyasal gübreye gerek duymadan hem ekonomik hem de ekolojik bir faaliyet alanı oluşturan doğal tarım doğal yaşam için vazgeçilmez bir uğraş alanıdır.

 

Saadet Yurdu Tabiatı Mesken Tuttuk

 

Hali hazırdaki sağlıksız yaşam koşullarından kurtulmak için biz de kırsalda yaşam kurma hayalimizi gerçekleştirmek üzere iki sene önce harekete geçtik ve Mehmet Tülüce’nin tavsiyelerine uygun şekilde ailemizin barınma, gıda, ısınma ve aydınlatma tüm ihtiyaçlarını kendi imkanlarımızla sağlayabileceğimiz ekolojik bir çiftlik kurmak için ilk adımı attık ve bir arazi aldık. Ülkemiz nüfusunun dörtte üçünün kentlere hücum ettiği, balık istifi gibi yaşadığı, kaotik modern yaşantıdan sükunete, doğallığa, minimalist ve üretken yaşantıya geçebilmenin, kendi doğal yaşam alanımızı kendi ellerimizle ihdas etme misyon ve çabasıyla kırsalda yaşam hayalimizi realiteye dönüştürebilme arzusuyla adım adım ilerlemekteyiz. Kendimizin ekip, dikip yetiştirdikleriyle sağlıklı beslenme; hareketli ve üretken bir yaşam tarzıyla, stresten uzak, sağlıklı kalabilme; sağlıklı, güzel sosyal ilişkilerle doğal ve samimi bir sosyal çevre oluşturabilme amacıyla olanla yetinmeyip en iyisini yapmak için mücadele edebileceğimiz Ivan Illich’in “Şenlikli Toplum”, Farabi’nin “Medinetül Fadıla” Fukuoka’nın “Great Joy” diye adlandırdığı büyük mutluluğu tatmak adına bir saadet yurdu kurma sürecindeyiz.

 

Kırsalda yaşama başlangıç aşamasında iki dönümlük bir alanda meyve ormanı oluşturmak üzere meyve fidanları diktik. Küçük bir alanda doğal tarım yöntemleriyle tahıl ve sebze yetiştirmek üzere az miktarda ürün ektik. Buraya geldiğimizde doğayla iç içe, sakin ve huzurlu bir ortamda yıllardır atıl kalmış ve körelmiş, hareket kabiliyeti zayıflamış bedenimizi epey zorlayan bir çalışma temposuyla günün nasıl geçtiğini anlamadan vakit geçiriyor ve istemeye istemeye şehre dönüyoruz. Bu yeri alalı yaklaşık iki sene oldu. Bu iki sene zarfında evdeki vaktimiz bir doğal tarım akademisinde ders alıyormuş gibi eğitim ve öğrenimle geçerken, ara ara gittiğimiz bahçemizde de uygulamalı eğitim şeklinde faaliyetlerimizi devam ettirme imkanı buluyoruz. Kışın uzun aralıklarla, yazın ise epey sık gittiğimiz müstakbel yuvamızda; doğayı, ağaçları, otları, bitki ve hayvan çeşitliliğini, toprağın vasfının nasıl değiştiğini, ne zaman otların delice büyüdüğünü, ilk papatyanın ve ilk gelinciğin ne zaman açtığını, ilk kertenkele ve yılanın ne zaman görüldüğünü, yerimizin ne kadar yağmur ve kar aldığını, yaz kış güneş alan yerlerin neresi olduğunu, en çok rüzgara maruz kalan yerleri öğrendik. Öğrendiklerimizin içinde en önemlisi burada mutluluk ve huzur bulduğumuzu, derin ve rahatlatıcı bir nefes alamadan yaşadığımız şehrin bizi ne kadar bunalttığını anlamamız oldu.

Günümüzde pek çok doğal yaşam sevdalısının şehirden köye, kırsala doğru bir hareketlilik içinde olduğu görülmektedir. Doğal tarım, permakültür ve benzeri ekolojik bütünlüğü koruyucu tarımsal faaliyet yapan pek çok kişi dünya çapında adını ve faaliyetlerini ilgililere duyurmaktadır. Masanobu Fukuoka, Panos Manikis, Yoshikazu Karaguchi, Sepp Holzer, Newman Turner, Mokichi Okada, Subhash Palekar, Toby Hemenway, Bill Mollison, Geoff Lawton, Larry Korn, Mehmet Tülüce, Kutluhan Özdemir. Bu mezkur kişilerin tecrübelerine internetin imkanlarından faydalanarak ya da kitapları olanların kitaplarını alarak ulaşabilirsiniz.

 

 

Doğal tarım nosyonu olsun ya da olmasın modern şehrin bunalımından kırsala kaçarak kendilerine bir çıkış yolu arayan, kendi dünyalarını kendileri kurmak ve yaşatmak isteyenlerin sayısı  hem dünya çapında hem de ülkemizde gün geçtikçe artmaktadır. Bu hususta kimler neler yapıyor öğrenmek isterseniz şu evde kalınan günleri daha verimli geçirmek adına da faydalı olacak YouTube izlemeleri tavsiye edebilirim. Bu kanalların bir kısmı yabancı dil seslendirmeli de olsa  doğanın dili başka dile gerek duymadan derdini size anlatabiliyor, mesajını size rahatlıkla ulaştırabiliyor.  Öncelikle “Belgesel Sayfası” adlı YouTube kanalında Tohum: Anlatılmayan Öykü adlı belgeseli izleyerek başlangıç yapabilirsiniz. “Living big in a tiny house” izleyerek doğal ve minimalist yaşamın gizemlerine ve güzelliklerine hayran olabilirsiniz. Özellikle ‘Woman Builds £1000 Tiny Earthen Home To Live Close To Nature In Welsh’ adlı videoda İngiltere’nin Galler bölgesinde kendi başına evini yapan, internet, elektrik, çeşme suyu olmadan yaşayan Emma’nın yalın ama anlam yüklü yaşamına şahitlik edebilir, doğal yaşamın felsefesini idrak edebilirsiniz. Benzer şekilde Primitive Skills” adlı YouTube kanalında yalın ayak dolaşan bir adamın, kendi yaptığı ev ve iş aletleriyle kendine nasıl güzel ve yalın bir dünya inşa ettiğine şahitlik edebilirsiniz.  Happen Films’den “Permaculture Tours”, Belentepe Çiftliği’nde Taner Aksel’i izleyerek bahçe tasarımına, tarımsal faaliyete ilişkin; Mustafa Yılmaz ve Tolga Yalçın’ın köy yaşamı ve tarımsal faaliyetlere ilişkin  videoları ile tarım merakınızı canlandırabilir, içinizde kırsal yaşam arzusunun filizlenmesini hissedebilirsiniz. “Gelecek Tarımda” adlı YouTube hesabına, Murat Polat’ın “Organik Tarım yalan mı? Türkiye gerçekleri. Şehirden kaçmak mümkün mü videolarına, You Tube kanalı Jardin des Petites Ruches’te bir Fransız çiftin, “Talasbuan” adlı You Tube kanalında İsveçli bir çiftin doğal yaşam ve doğal tarım maceralarına göz atabilirsiniz. Eminim bu izleme faaliyetleri içinizde kırsal yaşamın, doğal ve sade yaşamın, üretken ve sürdürülebilir bir yaşamın umut ve arzularını filizlendirecek ve doğayla tekrar bütünleşmenizi sağlamak üzere sizi harekete geçirecektir.

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir