Son Dakika

Çünkü kuşları hep yuvalarında avlarlar…

 

İçinde yaşamış olduğumuz bu Dünya’da tüm canlılarla birlikte insanı ve hayatı anlamak üzere çıktığımız yolda bazen kendi yaşadıklarımıza başkalarının yaşadıklarını dem tutuyoruz; bazen okuyor bazen geziyor, araştırıyor, keşiflerde bulunuyoruz bazen de beş yüz atom bombası büyüklüğünde bir derin sarsıntıyla tepetaklak oluyoruz.

 

 

Güzel memleketim, içindeki tüm güzel insanlarıyla yasta! Tarifsiz acı, atlatılması zor travma, sarılması zor yaralar! Bir depremin şokunu atlatmadan bir diğeri, bir diğeri derken sabır ve dayanma gücü sınanan bizler… Psikologlar, uzmanlar, kişisel gelişim koçları, gurular hepsi ağız birliği edercesine aynı şeyi söylüyor. Almamız gereken dersi almadığımız takdirde hayat o dersi bize öğretinceye dek tekrarlar ve biz nihayetinde çok acı bir şekilde öğreniriz. Ne yazıktır ki bu sefer ödediğimiz bedel binlerce canın yitip gitmesiyle geride kalan milyonlarcasının da kahrolmasıyla çok ağır oldu. Peki dersimizi aldık mı?

Sorunlarımız belli, çözümlerimiz de belliyken daha neyi bekliyoruz anlamak mümkün değil! Sorulduğunda canımızdan bir parçayı kaybetmemek için dünyalık neyimiz varsa vermeye hazır olduğumuzu söyleriz ancak peşimizi bırakmayan bu gaflet ne menem bir şeyse sürekli kaybettiğimiz halde ya harekete geçemiyoruz ya da oyalanıyoruz -harekete geçinceye kadar üzerimize yağan felaketler fırtınasından başımızı kaldıramıyoruz.

 

 

Her şeyimizi hazır almaya, hazıra konmaya o kadar teşneyiz ki çoğu kimse bu “dışa bağımlı yaşam tarzının” bizi öldürdüğünü göremiyor. “Haz ve hız” üzerine kurulu, materyalist, pragmatist bakış açısıyla her şeyi sadece kendi “çıkar” dengesi üzerine oturtan günümüze hâkim olan  anlayış, yanlış telkin ve uygulamalarıyla insanı kolayca güdülen bir nesne konumuna indirgemiştir. Dört bir tarafı akıllı cihazlarla mücehhez insanoğlu da aklını saksı gibi omuzlarında taşıyarak ortalarda başı kesik tavuk gibi dolaşmaktadır. Başkaları yapsın diye havale ettiğimiz tüm işlerimiz, onları kendimizin yapacakkenki vereceği zahmetin çok daha fevkinde zorluk, hastalık, bunalım ve ölüm olarak geri dönüyor bize! Ülkeler nasıl dışa bağımlı ayakta duramazsa insanlar da dışa bağımlı olarak ya-şa-ya-maz! Başkasının yetiştirdiği sebze meyve ruh, beden ve gönül sağlımızı, başkasının eğittiği çocuklarımız hem aile kavramımızı hem de geleceğimizi, başkasının inşa ettiği binalar da insanlarımızı, insanlığımızı öldürüyor!

Kaybedilen insanların, yitik hayatların, yaşanan tüm bu tarifsiz acıların telafisi mümkün olsa hangimiz çadırda, konteyner evde, ÖMRÜMÜZÜN SONUNA DEK yaşamaya razı olmaz? Musibetle sınanmadan akıllarımız başlarımıza gelmiyor. Peki ya sınandıktan sonra akıllarımızı devşirebiliyor muyuz? Yanlış yaşam biçimleriyle doğa olaylarını doğal felaketlere dönüştüren biz insanoğlu nefsimize hoş görünenin peşinden koşmayı bırakıp “şenlikli bir toplum”, “medinet-ül fadıla” kurabiliyor muyuz ya da kurma hevesi taşıyor muyuz? Yoksa hâlâ Arap saçına dönen kurumsal yaşam ağlarının ağdalı yollarında koşa koşa sistemin kopmaz bir parçası, yanlış tercihlerin kurbanı olmaya mı devam ediyoruz?

Dünyanın tüm sorunlarını bir bahçede çözebilirsiniz diyordu Bill Mollison. Hani o insanın “doğal” ve “doğru” olmayan yollarla, kanla, göz yaşıyla, yakarak yıkarak bozarak kurduğu bu modern dünyada boş hayallere ulaşmak için sürekli koşmak, sürekli koşuşturmak zorunda kaldığımızı, “yaşayamadan öldüğümüz” gerçeğini ne zaman anlayacağız? Oysa bahçeye dönüşmeyi bekleyen âtıl alanlar yanı başımızda bize güzel bir gelecek vadederken biz niye hâlâ betonarme mezarların içine mahkumuz?

 

 

Gösterişli reklamların, bilboardların, film ve dizilerdeki ışıltılı yaşamların büyüsüne kapılıp asla ulaşamayacağımız zenginliklerle gözlerimizin boyandığını, bilimsel ve teknik ilerlemelerle son derece gelişmiş “akıllı cihazlarla” kandırıldığımızı, doğadan kopmanın “ölüm” anlamına geldiğini anlamamız için daha kaç kurban vermemiz gerekiyor? Balık istifi gibi tıka basa doldurulduğumuz beton kutular diyarında trafik canavarına, sellere, su baskınlarına, depremlere verdiğimiz canlar asla modern dünyanın kabaran iştahını doyurmaya yetmeyecek. Ve biz modern yaşam tarzımız nedeniyle doğayla açtığımız bu savaşta hep yenilecek, hep hüsrana uğrayacağız.

 

 

Bu modern hayat/memat oyununun içinde kalarak ancak kuklacının elinde bir piyon oluruz ve “elverişli aptallar” olarak kullanılmaya devam ederiz. Uyanmak ve kurtulmak için bu kurulu düzeni bozmayı, oyun tahtasını yerle bir etmeyi ya da en azından “ben bu oyunda yokum” deyip geri çekilmesini kaç şanslı insan akıl edebilecek ve doğaya, doğal olana dönme becerisini kaç kişi başarabilecektir acaba? Bu bilinç noktasına ulaşmış ancak sistemin çarklarına vakumlanmış iskeletini ancak ıskartaya çıktıktan sonra kurtarabilecek modern insan, modern ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalıyor. Mutluluğu ıskalayarak yaşayamadan ölüyor. Peki buna mecbur mu? Elinde kalan sadece bitik hayatlar çünkü niceliklere mahpus edilen akıllar matematiksel hesaplarla oyalanmakta ancak soru ve sorunlarla uğraşmaktadır! Bir türlü  o sihirli formül uygulamaya konamamaktadır.

“Zenginlik+modern yaşam=mutluluk” şeytan üçgeniyle kandırılmış, hâkim düşünce tarzının ve modern söylemlerin büyüsüyle efsunlanmış insanların gerçeği görebilmeleri için ya herkes çok büyük bir beladan geride kalma şans ve becerisine sahip olabilecek ya da zenginlikte pik yapıp paranın, pulun “mutlu” etmediğini geç de olsa öğrenecek ve bu gerçeği öğrenmek için heba ettiği ömrü vefa etmeden, geride kalan “üç vaktini” -şanslıysa eğer- mutlu yaşayabilecek. Bu ‘milyarda bir’lik ihtimaller üzerine hayat inşa edilebilir mi?

Depremle beraber yeniden resmetme imkânı bulduğumuz “insana dair tablo” gerçekten içler acısı! Ancak tüm bunlara rağmen modern yaşamın büyüsüne kapılmayan ya da kapılsa da kendini kurtarmasını başarabilen insanların sayısı hiç de azımsanacak ölçüde değil. Dünyada bu gerçeğe “uyanan” insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Hem de son yaşanılan felaketteki gibi çok büyük bir acıyla sınanıp dıpdızlak ortada kalmadan gerçeğin ayırdına varıp dosdoğru yolda mutlu, mesut yaşıyorlar.

 

 

 

Hâlihazırda modern yaşamın şaşasına mukabil kırsalda, off-grid/şebekeden bağımsız, olabildiğince üretken ve kocaman bir özgürlük duygusuyla mutluluk sarhoşu pek çok isim sayabilirim. İşin felsefesini hemencecik kısayoldan öğrenmek istiyorsanız Into The Wild ve The Biggest Little Farm filmlerini izleyerek yola koyulabilirsiniz. Hemen ardından klavyenin başına geçip şu insanların hayat hikayelerine erişebilirsiniz: Öncelikle, eski bir tekneyi eve çevirip “ev sahibi” olmak için tüm ömrünün mortgage ile ipotek altına almasını istemeyen, hayatını borç ödeyerek geçirmek yerine kendi minimalist yuvasında ihtiyaçlarını önceleyip isteklerine sınır çizerek kanaatkâr yaşayan, kendini ölü bir yaşama tutsak etmeyen genç Londralı kızın hayat hikayesi geliyor aklıma. “Living Big In a Tiny House” YouTube kanalı yurt dışındaki, Tolga Yalçın’ın Yaşa Bu Hayatı adlı YouTube kanalı ise Türkiye’deki modern saplantılardan kendini kurtarabilenlerin kırsala göç edenlerin, off-grid yaşayanların hikayelerini gözler önüne seriyor.

Türkiye’de yörük Özgül’ün (https://youtu.be/q0nrlS8IhbM), Ahmet Çakır’ın (https://youtu.be/9ix1h0QdlYU), Tayland’dan Jon Jandai Life is Easy (https://youtu.be/IM5lgcTaT6M) YouTube kanalıyla Jon Jandai’ın, İngiltere/Galler’deki Emma’nın (https://youtu.be/U-7O-fIYSsY) söz ve fiilleri hayatın gerçek anlamını bize üst perdeden haykırıyor.

Exploring Alternatives  (https://youtu.be/OJZ2wRakOh0)YouTube kanalının paylaşımlarında pek çok offgrid özgür yaşam hikayelerine şahit oluyoruz. Eskişehir’den Orhun Topkaya’nın (https://youtu.be/6U-vz4Yo88M), Ağrı’dan Mor Koyun TV ‘nin (https://youtu.be/9OCy4d2FRZg) YouTube videolarında köy hayatının ve alnının teriyle hakkıyla para kazanmanın güzelliğine şahit oluyoruz.

İsveç’ten Tova ve Mathias (https://youtu.be/HBSyafGfiGs), Amerika’dan Tiny Shiny Home (https://youtu.be/I9mYlHBez0Y) adlı YouTube kanalıyla Jonathan, Ashley ve dört çocuğu;   Amerika Kuzey Karolina’dan Justin, Rebeca Rhodes ile beş çocuğu (https://youtu.be/5qDLefYJenE), Portekiz’den Sarah ve Luke (https://youtu.be/fi8GzYncjPs) YouTube kanallarında hem doğayla iç içe yaşamın güzelliklerini hem de çocukların anne babalarıyla hayatın her aşamasında nasıl birlikte hareket edip gerçek öğrenme deneyimleri yaşadıklarını ve aile olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu herkese gösteriyorlar.

İngiltere’den Chris Harbour (https://youtu.be/lSt96KFFHxA), okulda başarısızlıkla yaftalanan, dışlanan bir öğrenciyken tüm bunlara inat kendi elleriyle inşa ettiği yaşam alanında bir mimar, bir mühendis, bir çiftçi, bir demirci, bir marangoz gibi çalışıp tüm ihtiyaçlarını kendi karşılıyor, multidisipliner becerileriyle tek başına kurduğu bu saltanatın keyfini sınırsızca yaşıyor.

 

 

İçinde yaşadığımız şu günlerden “mutlu hayat tabloları” sunan bu canlı hayat hikayelerine bakarak pek âlâ daha azıyla yaşanabildiğini, tüketicilikten üreticiliğe geçerek başkalarının eline bakmadan kendi elinin emeğini ortaya koymanın nasıl harikulade bir şey olduğunu görebiliriz. Gören gözlerimizin, düşünebilen bir beynimizin olduğunu unutmadıysak hâlâ tüm bu gerçekleri biz de çok rahat hayata geçirebiliriz.

Bu olağandışı kriz anını çözüm arayışları içinde kaybolmadan basit düşünüp sade bir yaşantıyı hayata geçirmek üzere çok büyük bir fırsat olarak değerlendirebiliriz. Adına ister kentsel dönüşüm ister kırsal dönüşüm deyin bir dönüşümün “yaşamsal” bir dönüşümün eşiğindeyiz! Bize gereken bu “yaşamsal dönüşüm” için tercihimizi net ortaya koymak! Ölüme meydan okurcasına kibir alameti gökdelenlerde yaşar-gibi mi yapacağız? Ya da, gerçekten yaşadığımızı bize hissettirecek mütevazı bir mesken ve anlamlı sadelik içinde gönül bahçeleri mi kuracağız? İhtiyaç ve istek dengesini iyi kurduğumuz takdirde finansal açıdan da üstesinden gelemeyeceğimiz bir şey olacağını sanmıyorum. Atalarımız ne güzel söylemiş: En büyük zenginlik kanaattir.

 

 

Kırsalda yaşamak istiyorum dediğimde etrafımdaki her “şehirli” şaşırıyor, bu isteğime anlam veremiyor. Şehir yaşantısını sevmiyorum, apartman dairesinde nefes alamıyorum dediğimde muhatabımın yüzündeki o taaccüb ifadesi silinmiyor. Her haftasonu tüm hafta boyunca kaybettiklerimi yeniden kazanmak ve bunalan ruhumu, daralan sadrımı açmak için patalojik şehir hayatından şifacı doğaya koşuyorum ve tam zamanlı kırsal yaşantımızın bir an önce başlaması için saniyeleri sayıyorum. Şuna adım kadar eminim yaşam tarzımı değiştirdiğim sürdürülebilir bir aile hayatının izini sürdüğüm takdirde hem çok daha güvende hem de çok daha mutlu ve sağlıklı olacağım. Şehirde duyar kasmak yerine kırsalda alın teri dökeceğim.

 

Yaşam tarzı değişikliği ile sürdürülebilir bir yaşam ihdas etmek kolay bir iş midir? Tabiatıyla “diş fırçalarken çeşmeyi kapatıyorum, odadan çıkarken lambaları kapatıyorum tamam üzerime düşeni yaptım” diyerek olmuyor bu işler. Bu kandırmaca ve ahmaklıktan önce kendimizi kurtarmalı, ideal yaşam tarzının doğayla dost olmaktan geçtiğini bilmeliyiz. Yeşil duyar kasarak, çevreciyim diyerek doğa dostu olunmadığını, hayatın tümüne yayılan davranış biçimi ve tutum geliştirmemiz gerektiğini artık öğrenmeli ve hayata geçirmeliyiz. Deprem gerçeğiyle yüzleşerek yeniden yapılanmanın gereğini hissettiğimiz şu ‘an’ doğayla dost bir yaşam alanı kurmanın tam vaktidir.

Benim yaşamsal dönüşümde tercihim “kırsal yaşam”! Herkes kırsalda yaşamak istemeyebilir elbette ki bunun farkındayım. Şehirlerde kırsal yaşama can atan onca insan var onlar gerekli düzenleme ve teşviklerle desteklense şehirden kırsala geriye göç başlasa, azalan nüfuslarıyla şehirler dikey mimari yerine yatay mimariye geçse, toprağa basacak/göğü görecek kadar bahçeleriyle şehirler büyük köylere evrilse ne kadar güzel olur.

Her şehrin hemen yanı başındaki tarım arazileri o şehrin ihtiyacını karşılamak üzere düzenlense tarımla ilgilenenlere bu arazilerde minimalist bir yaşam sürecek, doğal mimariyle yaşama imkânı sunacak çiftlikler ihdas edilse; bu çiftliklerden şehirlere metro vb toplu taşıma araçlarıyla ulaşım imkânı geliştirilse;  bu tarım arazilerinde yetiştirilen meyve sebze vb gıda ve ihtiyaçlar aracısız şehirlere ulaşsa; dünyanın binlerce km ötesinden tonlarca enerji israfıyla nakliyeye para ödenmese, yiyeceklerin üçte biri nakliye esnasında çöp olmasa, raf ömrü uzun olsun diye olgunlaşmadan hasat edildiği için beslenme değeri düşük gıdaya mecbur kalmasak; tüm dünyayı doyuracağız diye kendimizi kandırmaktan vazgeçsek; biyoçeşitliliği son derece fazla cennet bahçeleri ihdas etsek ve bu bahçelerde tarım kimyasalları ve zehirleri kullanmadan sağlıklı ve temiz gıda üretsek. Sağlıklı ve temiz gıda ile sağlıklı beslensek yanlış tercihlerin kurbanı hastalar olmasak ne güzel olur.

 

 

Dikey yapılaşmadan yatay yapılaşmaya geçsek, çatılarımıza güneş enerjisi ve yağmur suyu hasadı sistemleri kursak, evlerimizdeki tesisatları gri ve siyah su arıtma sistemi olarak tasarlasak, doğadaki su çevrimini kendi özel yaşam alanlarımıza taşıyarak su sarfiyatını minimalize etsek, evlerimizi yön ve bakısını güneşten en fazla yararlanacak şekilde tasarlayıp doğal yapı malzemeleri kullanarak inşa etsek böylelikle ev iklimlendirmesinde enerji sarfiyatını en azına indirebilsek, yazın klima kullanmasak, kışın ısınmak için çok fazla enerji harcamasak ne güzel olur.

Sürekli tüketen insan modelinden sürekli üreten insan modeline geçsek, olabildiğince kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılamaya çalışsak, yerli/yerel ürünler kullansak uluslarötesi şirketlerin dipsiz ceplerini doldurmak yerine kendi insanımızın karnını doyurmayı prensip edinsek ve kapitalizmin küresel şirketlerin tuzaklarına düşmesek, onlar da bizi açlıkla, iklim değişikliği ve kıtlıkla korkutma fırsatını yitirse ne güzel olur.

 

 

Hayatı yaşanmaz ve anlamsız kılan tüm kötü durumlara karşılık benim çözümüm, “yaşamsal” dönüşüm tercihim “kendi” yaşam alanımı kendi ellerimle kırsalda inşa etmek! Ve inşa ettiğim bu yaşam alanımda  dışa bağımlılıktan kurtulan, kendi enerji ve gıdasını kendi üreten, tüketici yanını en aza indirgeyen, üretkenliğini azami ölçüde artıran, doğayla bütünleşik “yaşamsal” değeri Dünya üzerindeki tüm canlı/cansız varlıklar için anlam ifade eden doğal bir hayat sürmek.

Kırsal dönüşümle biz kırseverler hem şehir gettolarında vazolara hapsolup iki günde solup ölen çiçek olma mecburiyetinden kurtulacağız, kalplerimizin coşkuyla attığı yerde olacağız hem siz şehirsever dostlara da biz kırseverlerin bıraktığı boşlukta belki daha iyi nefes alacak, gökyüzünü göremeseniz de alacağınız daha fazla oksijenle daha yaşanılır dünyalar kurma hevesini miras bırakacağız.

Hep beraber daha güzel günlere…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir