Son Dakika

Eğitimin özgürlükçü karakteri üzerine…

Eğitim, öğretim, öğrenim, tahsil, talim, terbiye, te’dib, yetiştirme, kültürleme… Eğitim skalasındaki terim ve konseptler çok geniş bir uzanım içinde yer almakta ve amacına, felsefesine, kullandığı dil ve materyale vs. göre çeşitlilik arz etmektedir. Öncelikle bu yazıda ayrıntıya girerek terim açıklamasına gidilmeyeceğinin, anlam karmaşasına neden olmamak için yazımıza konu edindiğimiz eğitimin Modernitenin şekillendirdiği günümüz dünyasında okullarda verilen kurumsal eğitim olduğunun bilinmesini isteriz. Beşikten mezara eğitimin salık verildiği, ilme son derece önem veren bir dinin, İslam’ın bir neferi olarak eğitime, ilme, öğrenmeye, bilgi edinmeye karşı olmak ya da bunu en azından eleştiri konusu yapmak niyetinde ve azminde olmamız asla düşünülemez. Karşı olduğumuz şey eğitim değil eğitim sistemidir, eğitimin yegane yerinin okul olduğuna dair yaygın düşüncedir, insanların kurumsal eğitime/ okullara mecbur tutulmasıdır, eğitim sisteminin insan doğasına aykırı tektipleştirici işleyiş tarzıdır; öğrencilerin dolayısıyla da insanların siyasi ekonomik ve ideolojik çıkarlara esir düşürülmesidir.

Modern eğitim, amaç ve hedefleri bakımından; insanı reel hayattan kopararak zaman ve mekan bakımından dar boğaza sokması, insan doğasına ve fizyolojisine ters, hareket kısıtlılığı ile muhataplarını yapay bir alıcı konumuna indirgemesi bakımından; motivasyonu düşük, kurguya dayalı eğitim öğretim ortamı oluşturması bakımından; kişiye özel olmaktan öte oluşu ve insanları genel ya da grup olarak toplu bir şekilde ele alışı ve aynı müftedatı herkese zoraki bir şekilde dayatması bakımından; terminolojisindeki özgürlük karşıtı ya da özgürlükleri hiçe sayıcı örtük anlamlar içermesi ve insanı nesneleştirici tarzdaki kelime ve kavramları haiz olması bakımından ele alındığında özgürleştirici yönünün çok zayıf olduğu rahatlıkla görülebilir.

JOHN TAYLOR GATTO

 

Antik Yunan’dan beri varlığından söz edilen, toplumların ve devletlerin varlıklarının en önemli unsurlarından biri olan okullar; işlevleri, nitelikleri, kişi ve toplum üzerinde şekillendirici etkileri bakımından pek çok yönüyle ve pek çok düşünür tarafından eleştiri konusu yapılmaktadır. Eğitimin insanları nasıl manipüle ettiğine ilişkin pek çok örnek verilebilir. Dar el-ilm olarak adlandırılan eğitim müesseselerinin Fatımî devletlerinde birer Şia propaganda merkezi halini alması üzerine Sünnîlerin de buna mukabil medreseler kurmaya başlaması bilinen bir şeydir. Artan Fatımî tehlikesine karşılık halkı siyasi anlamda bilinçlendirmek/manipüle etmek amacıyla eğitim ortamlarının yeniden dizayn edilmesine karar verilmiştir. Bu karara bir tepki olarak çağın alimlerinin “haydi buyrun ilmin cenaze namazına” deyişleri epey manidardır. Bu örnek kurumsal eğitimin hakiki eğitim faaliyetini nasıl güdük hale getirdiğine, okulların (medreselerin) toplumları yönlendirmede nasıl ustaca kullandığına yönelik güzel bir anekdottur. Benzer bir durumu Hristiyanlıkta da görmekteyiz. Protestanlık tehlikesine karşılık Hristiyanlar da Cizvit Kolejlerini kurarak okulu bir silah gibi kullanmaya başlamışlardır. John Taylor Gatto’nun  Eğitim Bir Kitle İmha Silahı ve Aptallaştıran Eğitim adlı eserleri baştan sona okulların insan ve toplum üzerinde bir kitle imha silahı gibi nasıl yakıcı ve yıkıcı etkiler bıraktığını anlatır. İnsanları yönlendirmede, düşüncelerini değiştirmede ve hatta beyinlerini yıkamada genel anlamda eğitim sisteminin, özel anlamda da öğretmenin ne denli etkili olduğunu gösteren “Die Welle” (Dalga) filmi, okulların birer akademik bataklık olduğu savını işleyen “Waiting for Superman” (Süpermen’i beklerken) adlı film eğitim sistemine ilişkin yapılan eleştirilerde eleştirenlerin ve savlarının ne kadar haklı ve doğru olduğunu göstermektedir. Adı, kuruluş gayesi, iddiaları farklı da olsa tüm bu örnekler okulların nasıl ideolojik taassubun birer unsuru haline devşirildiğine işaret eder.

IVAN ILLICH

 

Eğitim kurumlarının nasıl siyasi ve ekonomik anlamda devlet çıkarına uygun düşecek şekilde dizayn edildiğine dair Ivan Illich’in eleştirileri de buyrun ilmin cenaze namazına dedirtecek cinstendir. Illich, insanların öğrenme hak ve özgürlüklerinin okula devam mecburiyetiyle kısıtlandığını, okullara mecbur bırakılan çocukların doğuştan geliştirdikleri öğrenme ve merak duygusunu yitirdiklerini iddia eder. Illich’e göre hastanede doğup, hastanede cenazesi kaldırılan insanoğlu kurumlara adeta mahkum edilmiştir. Okullardaki eğitim de bu kurum tutku ve tutsaklığının bir başka boyutudur. Sahip olduğu pek çok olumsuz niteliğiyle kurumsal eğitim Illich’e göre insanlara ve toplumlara faydadan çok zarar vermektedir. İnsanlara okul eğitiminin zorla dayatılması özgürlükleri kısıtlayıcıdır ve son derece yanlıştır.

 

Kendilerine has yaşam tarzlarıyla muhafazakar bir varlık alanı inşa eden Amish’lerin resmi devlet okullarını kabul etmeyişlerinin ardında da kendi özgür alanlarına müdaleyi kabul etmeyişleri yatıyor olsa gerek. Kendi fikir ve zihin yapılarını muhafaza etmek, oluşturdukları yaşam alanının bozulmasına sebep olacak etki ve etkenlerden kendilerini korumak isteyen bu topluluk devletin resmî okullarını reddetmiş ancak devlet kurumlarınca rahat bırakılmamıştır. 1976’da Amish topluluğunun devletin resmî okullarını reddetmesini hazmedemeyen Wisconsin hükümeti onları polis gücüyle buna zorlamıştır. Bu zorlama ve dayatmanın ardında okulların özgürlükçü niteliği haiz olduğu söylenebilir mi?

 

 

Aldous Huxley “Düşünmeyi bilmeyen insan her zaman başkalarının kölesi olur”

ALDOUS HUXLEY

 

Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında ayyuka çıkan okula dair eleştirilere bakıldığında modern eğitimin, beslendiği kaynak bakımından, ortaya çıkışına zemin oluşturan modernitenin bir takım niteliklerini haiz olması nedeniyle özgürlükçü bir insan modeli yetiştirmekten uzak olduğu görülmektedir. Modernitenin ve endüstriyel devrimin küllerinden hamuru yoğrulmuş ve kapitalist yaşam modeliyle modern bir şekle sokulmuş modern eğitimle kişilerin özgür düşünmesi, eleştirel düşünce üretmesi zaten beklenmemekte tersine ezbere ve testelere dayalı bir sistem içinde genç beyinler dumura uğratılmaktadır.

 

 

Aldous Huxley “Neden anlamlı tek bir şey öğretmediler bana?”

Gatto, Eğitim Bir Kitle İmha Silahı adlı eserinde; bir öğretmen olarak geçirdiği yıllara hayıflanarak öğrencilerin kafalarını boş, ilgisiz, bağlantısız bilgilerle doldurmuş olmaktan, gençleri pasifize edip önemsiz emir ve yönergelere tabi tutmuş olmaktan, onları zil sesiyle boğarak birer robota dönüştürmüş olmaktan, olgunlaşmamış erkek ve kadınların kalıba dökülüp üretildiği bir dökümhane yaratmış olmaktan dert yanmaktadır. Gatto’ya göre okul insanı tektipleştirir, ailesinden, geleneklerinden, içinde yaşadığı toplumdan ve inanç sisteminden koparır, onları yalnızlaştırır, hem kendisine hem de içinde bulundukları topluma yabancılaştırır. Bu yönüyle Gatto okulu insanların çocuklarını çalan, dev bir beyin yıkama makinesi olarak görür ve gençlere “bırakın sizin yerinize başkası düşünsün” diyerek okulu onları uyuşturan narkotik bir yer olarak tasvir eder. Nitekim kurumsal eğitime yönelik yapmış olduğu eleştirilerle içinde bulunduğu ve mesleğini icra ettiği eğitim ortamını bir çelişki addeden Gatto emekliliğini beklemeden istifa etmiş, inandığı değerler uğruna, sahip olduğu fikir ve düşünceleri diğer insanlarla paylaşmak için kendince yeni bir yol bulmuş ve o yolda hayatına devam etmiştir.

 

Aristoteles: “Cahillik eğitilebilir, sarhoşluk ayıltılabilir ama aptallık sonsuza dek sürer.”

 Daha önceki yazılarımda da sıkça değindiğim Noah Harari’nin modern insanı özgür düşünme kabiliyetini yitirmekte olan Homo Sapiens olarak değerlendirmesi de okulların mecburi olmasına rağmen ideal insan yetiştiremediğinin, özgürlükçü bir karakterde eğitim sunamadığının ve insanları özgür ve özgürlükçü kılamadığının birer göstergesi değil midir? Önüne müfredat adı altında konan her şeyi sormadan, sorgulamadan, doğru ya da yanlış ayırd etmeden kabule zorlanışta özgürlük aramak beyhude bir uğraş olsa gerek. İnsanlar okula gitmeden de pek ala kendilerini yetiştirebilir, ideal bir insan tipi ortaya koyabilir çünkü bilginin telafisi her zaman mümkündür ama kazanılan yanlış davranış biçimlerinin değişmesi yıllar alabilir, hatta telafisi mümkün olmayan bir duruma dönüşebilir.

Ben Hiç Okula Gitmedim” adlı kitabın yazarı Andre Stern askerlik görevini yapmak üzere şubeye gittiğinde doldurması gereken formda eğitim seviyesini yazacak bir seçenek olmadığını, herhangi bir okul mezunu olmadığını söylediğinde akıl sağlığının yerinde olup olmadığını test etmek üzere sağlık kuruluşuna sevk edildiğini anlatır. Okulların eğitimin yegâne yeri olduğuna dair bu keskin ve yaygın kanıyı ne zaman yıkacağız? Kuruma olan bu boş güven bu kadar kuvvetli olduğu müddetçe herkes yanlış giden işlerin faturasını kolaylıkla kendi dışındakilere kesecektir. Peki bu vicdanlarımızı rahatlatabilecek mi? İdeal insana ulaştırabilecek mi bizi?

 

Heiddegger: “Çağdaş insan düşünmeden firardadır.”

 

Modern kurumsal eğitimde, okullarda öğrenci ve/veya ailenin arzusunun, düşüncesinin kale alınmayarak öğrencinin okul eğitimine mecbur tutulması hangi ideoloji ya da bakış açısından bakılırsa bakılsın tutarlı bir olgu addedilemez. Bu mecburiyete inandırılmış / kandırılmış insanların zihin dünyasında okul mefhumu, muhkem kalelere konuşlandırılmış ve bir tabu halini almıştır. Pek  çok insan “niye” diye sormuyor, “niye çocuklarımızı okula göndermek zorundayız?” diye sorgulayamıyor. Mevcut sistemin bekası için köleleştirici inanç sistemiyle okullarda yetiştirilmiş insan güruhundan böylesi bir sorgulamayı beklemek de tabiatıyla pek mümkün değildir.  Bir kısır döngüdür gidiyor. Bundan bir ya da iki yüzyıl öncesinde kariyer diye bir şey icat edilmemişken, şimdi bu kariyer ve iş meselesi insanların düşünce kalıplarıyla oynanarak ulaşılması zor ya da imkânsız bir hayatın hayaliyle sömürülmektedir. İnsanlar okudukları, eğitimini aldıkları her işi yapamayacaklarının ayırdına ne zaman varacaklar? Garantici bir hayat algısıyla yaşayan insanın, Sinan Canan’ın survival mod dediği modda, Mustafa Merter’in dokuz yüz katlı insan dünyasının giriş katmanında daracık kalıplara sıkışmış kalmış, kendi kuyruğunu kovalayan kedi görüntüsünden uzaklaşması mümkün gözükmemektedir. Burnunun ucunu görmekten aciz insanoğlu kendini ne zaman ve nasıl özgür kılacaktır? Bedene vurulan zincirlerden kurtuluş kolaydır, peki ya zihinlerimizin zincirlenmiş, prangalanmış olduğunu ne zaman ve nasıl fark edeceğiz? Düşünemediğimizin farkında mıyız? Heiddegger hesaplayıcı ve sakin olmak üzere düşünmeyi iki şekilde tasnif eder. Hesaplayıcı düşünme biçiminin sakin düşünme biçiminin baskısı altında kaybolmakta olduğunu ve çağdaş insanın düşünmeden firarda olduğunu iddia eder. Cemil Meriç de benzer bir şekilde modern eğitimi nesilleri idrakten mahrum, şuurdan iğdiş eden bir ameliyathane olarak tasvir ettiğini bilmekteyiz.

 

Catherine Baker: “Zavallı yavrucaklar, kafese kapatılmış zavallı masum kuşlar, onlar gülmeyi çoktan unuttu.”

Modern eğitim, gerek zorunlu olması bakımından gerekse insanı/çocuğu zaman ve mekana  hapsetmesi bakımından özgürlükleri kısıtlayıcıdır. Hiç kimse dört duvara hapsedilip yılın 9 ayını, günün en münbit ve en büyük zaman dilimini olmayı istemediği bir yerde kalmaya zorlanarak geçirmek istemez. Öğretmenler de dahil olmak üzere öğrencilerin mekana kıstırılmışlıktan şikayetçi olduğunu görmemiz için illa önümüze bir bilimsel makale, istatistiksel bir araştırma konması gerekmiyor.

 Hemen hemen hiçbir kararda fikriniz sorulmayacak, dahliniz olmadan belirlenmiş onlarca kural ve yasağa mantıksız da olsa uymaya zorlanacaksınız, sisteme kul köle olup itaat edeceksiniz, bir gardiyan gibi idare ve öğretmenlerle kuşatılıp disiplin ve düzeni koruma adına sıkı bir yönetime, baskıya maruz kalacaksınız, bilimsel bir gerçek olmasına rağmen günde dört saat yerine en az yedi/sekiz saat, otuz/kırk akranınızla bir odaya tıkılacaksınız, yine yirmi dakika dikkat süresi bilimsel bir gerçeklik olarak ortadayken bu göz ardı edilecek ve kırk dakika bir robot gibi dersi dinlemeye zorlanacaksınız ve özgürlükten bahsedeceksiniz. Günün en verimli yedi/sekiz saati karşınıza geçip size durmadan kendiniz dışında bir şeyler anlatılacak ve siz nasıl olacak da kendinizle ilgili düşünceler üretebileceksiniz? Mümkün müdür?

 

Carnegie Vakfı için bir araştırma gerçekleştiren Dr. Charles Silberman raporunda okulun her yönüyle tartışma götürmeyen bir gerçek olarak kabul gördüğünü, dış görünümünün ve öğretmen-öğrenci ilişkilerinin bile “beyinlerin kısırlaştırılması” için yeterli bir ortam hazırladığını iddia etmektedir. Nitekim yazdığı kitapta kızını neden okula göndermediğinin gerekçelerini sunan Catherine Baker da okulun kızının kendi iç enerjisini, doğuştan getirdiği bir takım güzel hasletlerini yok etmekten başka bir işe yaramayacağını, kendisini ve hayatı tanımasına fırsat vermeyeceğini, anlamadan bilgi sahibi olmak gibi saçma bir etkileşim içine sokacağını, ceza ve disiplin kurallarıyla çocukların yıpratıldığı bu yerde kızının hırpalanmasına izin vermeyeceğini, insanları hakiki insanî ilişkiler gerçekleştirmekten uzak tutan okulların en etkili ideolojik baskı aracı olduğunu ve bu araca kızını kurban vermeyeceğini söyleyerek okulların zararlı yönlerine işaret etmekte, kendi değerini sınavlarla belirleyen bu derebeyine kızını testim etmiş olmadığı için gurur duyduğunu dile getirmektedir.

 

Paul Rozenberg: “Hangi okul değil okul mu çocuk mu?”

 

Gatto, “Bir milleti yok etmek istiyorsanız gençliğini 4 duvar arasına hapsedin” diyor. Peki biz ne yapıyoruz? Çalışan anne durumunu da göz önüne alırsak çocuklarımızı daha kundaktayken kurumların o meşum eline teslim ediyoruz. Erken yaşta yuvadan koparılan çocuklarımıza yabancılaşıyoruz. Tehlikeyi fark ettikten sonra telafisi mümkün olmayan aile içi iletişim eksiklikleri ve bozuklukları yaşıyoruz. Oysa ki dışarıda çalışma ortamının stresinden uzak, mutlu bir aile ortamı içinde beden ve ruh sağlığı yerinde bir ebeveynin yetiştireceğinden daha iyisini yapabilecek ne bir okul ne bir ekol mevcuttur. Peki ne zaman bu gerçeğe göre hareket etmek üzere zihnimizi esaret altında tutan söylem ve ideolojilerin pençesinden kendimizi kurtarabileceğiz? Aile mefhumuna gereken önemin verilmediği, insani ilişkilerin dumura uğratıldığı yaşadığımız şu ortamda Nevzat Tarhan’ın şu paylaşımı tüm anlatmaya çalıştıklarımızı özetleyecek mahiyettedir: “Evde anne, baba, kardeşine ya da misafire bir bardak su getirmeye burun kıvıran kızlarımız bir uçakta onlarca insana çay, kahve servis etmek için çalmadıkları kapı yok.”

Yuvaları birer aile cehennemine çevirdikten sonra tek kurtuluş kadınları işe, çocukları okula göndermek olacaktır diyen Baker, kızını çocuk toplama kampı olarak nitelediği okula göndermeyerek günde sekiz saat bir sürünün içine sokmadığı için mutlu olduğunu gönül rahatlığıyla kızına ve okuyucularına anlatır. Artık düşünme vaktimiz geldi. Eğer hala bu yetimizi kaybetmediysek Temps Modernes’de yayımlanan bir makalesinde Paul Rosenberg’in sorduğu şu soruyu adamakıllı kendimize sormamız gerekiyor:  Artık bir seçim yapmak zorundayız. Hangi okul değil okul mu çocuklar mı?

Günümüzde okullar gerek fiziki donanımı bakımından, gerek eğitim terminolojisindeki terimlerin altında yatan örtük, negatif mesaj içeriği bakımından, gerek işleyiş tarzı bakımından (ezberci, eleştirel, özgün düşündürmeyen) gerek hedefleri bakımından (siyasi ve ekonomik çarkı çevirecek uysal teba yetiştirme) incelendiğinde görülmektedir ki okullar ortaya koydukları bu meşum tablo ile arzu edilen “özgürlükçü” bir eğitim sunmaktan aciz ve uzaktır.

Ailelerdeki kuşatmacı, kısıtlayıcı ebeveyn tipolojisinin varlığıyla, devlet düzeyinde ise kuşatmacı ve kısıtlayıcı yönetim şekliyle, çocukların “zorunlu” eğitime icbar edilmeleri hangi özgürlükçü söylem ya da ideolojinin içine sindirebildiği bir durum olabilir? Kendisi hakkında, hak ve söz sahibi olmadan bir kişinin bir işe zorlanması, mecbur bırakılması hatta on iki yıl gibi uzun bir süre buna katlanmak zorunda bırakılması akıllara ziyan bir durumdur. Kurumsal eğitim zorunlu eğitim kapsamında bir insan hayatının en verimli yıllarına ipotek koymaktadır. İnsanı hayata hazırlama misyonu altında onu hayattan koparmakta, hayata geç kalmasına neden olmaktadır. Okullar sabahın erken saatlerinden itibaren, olumsuz ulaşım koşullarının içinde zaman ve enerji kaybı ile başlayan, öğrencilerin içinde bulunmaktan pek haz etmedikleri bir mekan olarak tanımlanabilmektedir. Bu zoraki öğrencilikle on iki yılını okulda heba ve çarçur eden bir gençlik hepsi birer doktor, mühendis, ya da hiç olmazsa masa başı devlet çalışanı olmaya ayarlanmış bir vaziyette zorunlu eğitim yıllarını tamamlamakta, üniversite sınavında başarılı olamaması durumundaysa büyük bir hayal kırıklığıyla hayatının en verimli çağında kendini hiçbir yere ait hissedemeyerek dımdızlak ortada kalmaktadır. Ortada kalmaktadır çünkü kafasında o şartlandırıldığı yüksek makamlara erişme imkânı üniversite sınavı neticesinde bitmiştir ve o genç başka alternatifleri hiç düşünmediği, düşünemediği için iş bulma, hayatını idame ettirme konusuna kendini toparlayamamakta, içine kapanmakta hatta hayata küsmektedir.

Eğitim faaliyetini belli bir zaman ve mekana hasr ederek yapılması işi doğal seyrinden çıkarmakta, kurgusal bir ortamda afaki bilgilerin zorla edinimi için öğrencilerin buna mecbur bırakılıp zorlanmaları eğitimin kazanımlarını daraltmakta, işleri daha da çetrefilli bi hale sokmaktadır. Kurumların araç olmaktan çıkıp amaç halini aldığını iddia eden Illich kurumsal eğitimle bir yere varılmasının mümkün olmadığını söyler. Gerçekten de günümüz dünyasına baktığımızda mevcut düzenin devamı için siyasi ve ekonomik çarkın dönmesi için elverişli teba yetiştirmeye yönelik, uysal ve uyumlu insan/işçi yetiştirmeye yönelik gerçekleştirilen eğitim bir sektör halini almış, bu sektörün parçaları da çarkı döndüren birer dişli olmaktan öte gidememiştir. Bu çarkın içine hapsedilmiş öğretmen de öğretmek zorunda olduğu müfredatla sınırlandırılıp, kuşatılmış bir vaziyetteyken ondan sihirli bir değnekle öğrencileri vasatın üstüne çıkarması beklenmektedir.  Öğretmen de kendine dayatılan müfredatı, kendine dayatılan materyallerle ders kitaplarıyla öğrenciye aktaran bir araç olarak sistemi besleyen bir parça olmaktan öte gidememektedir. Ne ve nasıl öğreteceği hususunda öğretmenin kıstırılmışlığı da okul eğitiminin özgürlükçü yanının zayıflığına ilişkin başka bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Bu yönüyle de bakıldığında okulların özgürlükçü yanından bahsedebilmek mümkün olabilir mi?

 

Tabula Rasa; John Locke’a göre insan zihni doğuşta boş bir levha gibidir

John Locke

Heidegger, “Dil varlığın evidir” demiştir. Muhatap olduğumuz söz, kelime ve terimler algı dünyamızın, eşyayı ve dünyayı anlamlandırma çabamızın birer ürünüdür ve bizim zihin dünyamızı şekillendirmektedir. Terimlerin altındaki örtük anlamlar bizi dolaylı da olsa etkilemektedir. Nitekim “eğitim” teriminin kelime anlamına bakıldığında eğmekten geldiği görülmektedir. Bu yönüyle de okulun insanı ya da çocuğu iradesiz, seçim şansı ve kabiliyeti olmayan, başkasının elinde şekillendirilmeye hazır bir materyal olarak gördüğü, iradesi olmayan pasif bir öğe konuma indirgediği söylenebilir. John Locke’ın “Tabula Rasa” görüşünü benimseyen, insan zihninin boş bir levha, şekillendirilmeye hazır bir hamur olduğu savını destekleyen John B. Watson’ın şu sözü manidardır: “bana rastgele bir düzine bebek verin, soyu-sopu, yetenekleri, eğilimleri, becerileri, vs. ne olursa olsun, onlardan istediğim şeyi yaratayım: bir doktor, avukat, tüccar, hatta bir hırsız, bir dilenci, bir katil. Bu açıdan bakıldığında da eğitim, öğretmen, öğrenci birer mekanik terim olarak karşımıza çıkmakta, özgürlük çağrıştırıcı ifade ve anlamlardan uzak gözükmektedir. Buna mukabil İslam din eğitimine baktığımızda daha özenle seçilen kelime ve terimlerin varlığı dikkat çekmektedir. İslam ilim geleneğinde ilim, bilgi vericisi konumunda olan kişiler alim, hakim, muallim, mürşit, üstad olarak adlandırılırken ilim ve bilginin alıcısı konumunda olanlar ise tâlib, talebe, muhibbül hikme, talibul ilm, mürid gibi ilmi isteyen taleb eden anlamında aktif bir konumu haiz bir şekilde adlandırılmış ve günümüze kadar gelmiştir. İlim bahsiyle ilgili konulara insanların davetiyle ilgili dini hükümlerde kullanılan dil son derece nahiftir. Peygamber Efendimiz insanları ilim, irfan ve hikmete çağırırken onları sanki bir ziyafete çağırıyormuş gibi davranması, Kuran’ı Allah’ın ziyafet sofrası olarak takdim etmesi dikkate şayandır. Bu hem insan irade ve özgürlüğüne verilen önemin bir göstergesi olmasından dolayı hem de ilmin ziyafet gibi fıtri bir ihtiyacın karşılanması olarak görülmesi, haz veren bir şey olarak lanse edilmesi açısından da önemlidir.

Peygamber Efendimizin kendisini eğitici değil de öğretici olarak tanımladığına dair pek çok hadis vardır. Peygamber Efendimizin kendisini eğitici yerine öğretici olarak tarif etmesi son derece önemlidir. Çünkü insan yaratılmış varlıklar içinde irade sahibi tek varlıktır. İnsana bilgilendirme yapılır ama bu bilgilendirme neticesinde nasıl davranacağı ona dikte edilmez, onun irade ve arzusuna bırakılır. Hâlihazırda tüm dinler insanın eğitimi görevini üstlenmiştir. Nitekim Kuran’da geçen “dinde zorlama yoktur” ayeti de bu gerçeğe ışık tutar. Kulları hakkında yegane güç ve tasarrufa sahip Yüce Allah bile kullarını inanıp/inanmama, bildikleriyle amel edip/etmeme hususunda serbest bırakmıştır, iradesini ipotek altına almamıştır. İnsan kendine verilen akıl ve irade gücüyle, dinin öğrettiklerini uygulamada hürdür. Din insana doğru ya da yanlışı gösterir, insanı bilgilendirir ama insanı buna zorlamaz. İnsan inandığı değerlere sahip çıkıp çıkmadığı hususunda hesapa çekileceğini, davranışlarının neticesinden kendisinin sorumlu olacağını bilir ve buna göre kendi seçimiyle ve iradesiyle özgürce hareket eder.   

Günümüzde var olduğu şekliyle eğitimin insanlara “özgürlük” ortamı sağladığından insanı “özgür ve irade sahibi bir varlık” olarak muhatap aldığından söz edebilir miyiz? Sanırım bu soruya hayır diyeceklerin sayısı epey fazla olacaktır. Eğitim yerine öğrenim ya da kişiyi eğitim sürecinin bir nesnesi konumuna düşürmeden muhatap alan bir başka terim kullanamaz mıyız? Nitekim bu hususa ilişkin 2002’de Yargıtay başsavcısı Sami Selçuk eğitimin olumsuz yönlerine işaret ederek eğitime mukabil öğrenim terimini öncelediğini ifade ettiği konuşması dikkate şayandır. Selçuk emekliliğe ayrılırken yaptığı konuşmada, eğitimde seçim olmadığını, insanın ilkokuldan üniversite ve sonrasına dek eğitilecek bir varlık olarak görüldüğünü söylemiş, özgürlükleri kısıtlayıcı niteliğiyle eğitimin ezberci, taklitçi, militan yurttaş nitelikli insanlar yarattığına dikkat çekmiştir. Eğitime mukabil öğrenimin akılcı, özgür kafalı, sorgulayan bireyler oluşturacağına inandığını dile getirmiştir. Son olarak yukarıda anlatılan tüm eleştirilere ilaveten bilim yuvası addedilen üniversite eğitimine ilişkin kendi hayatımdan bir tecrübemi paylaşarak ne kadar “özgürlükçü” bir eğitime sahibiz sorusunun cevabını araştırmaya eğitime dair fikir sahibi olan herkesi davet ediyorum. Üniversite eğitimine başladığım ilk yıl, ders seçiminde(!) kullanılan kodları öğrendiğimde ilk vurgunu yemiştim. M-mecburi, S-seçmeli, MS- Mecburi seçmeli! Umarım aydınlık fikirler eğitimi doğal sürecinde gerçekleştirmeye imkân verir. Kurumsal ya da bireysel çabalarla ortaya konan güzel örnekler ve çalışmalar da öyle ümit ediyorum ki bu kötü gidişatın düzeltilmesinin öncüsü olur.

 

 

 

Detaylı okuma için:

Ivan Illich Okulsuz Toplum

John Taylor Gatto Eğitim Bir Kitle İmha Silahı

John Taylor Gatto Aptallaştıran Eğitim

Catherine Baker Zorunlu Eğitime Hayır!

Bekir Birbiçer Beyaz Perde Kara Tahta

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir