Son Dakika

İnsan Denen Mucize

 

Hatice Asaroğlu
Hatice Asaroğlu

Hayatlarımız bitmek bilmeyen bir anlam arayışı içinde geçip gitmektedir. Daldıkça derinleşen bir umman gibi arayışlarımızı genişlettikçe doymak bilmeyen bir açlığın pençesinde ruhumuz, aklımız ve gönlümüz birbiriyle cebelleşiyor. İnsanlık tarihine baktığımızda mekanik, kimya ve fizik disiplinlerinin; fizyoloji, psikoloji ve sosyolojiden çok daha hızlı ilerlemiş olduğunu görmekteyiz. Yani, insan kendini tanımadan önce maddi dünyanın ustalığını kazanmış durumda gözükmektedir.  Ancak bu maharetiyle insan mutlu olmayı başaramamıştır. Mutlu olmak bir yana değişen dünyada değişen düşünce biçimiyle, bilimsel paradigma değişimiyle, mekanik dünya görüşünün yerini kuantum düşünce sisteminin almasıyla zihin dünyası da tepe taklak olmuş durumdadır. Oysa Rousseau’nun deyişiyle bizim aklımızdan ziyade kalbimize güvenmemiz gerekirdi çünkü mantık bizi kandırır ama vicdan asla! Akıllar putlaştırıldıkça gönüllerimiz iyileşemeyecektir çünkü gönülle dost olmayan akıl, insanı ve tüm Dünya’yı felakete sürükleme potansiyeliyle doludur ve çok tehlikelidir.

 

J. Rousseau Neden Mutsuzdur İnsan adlı eserinde medeniyeti kendi yarattığı kötülüklere çare bulmanın umutsuzca süren yarışı olarak nitelemektedir. Yaratıcının elinden çıkan her şey güzeldir, iyidir ama insanoğlunun eline geçtiğinde her şey bozulup yok olmaktadır.

İnsanın yaşadığı dünyayı ve kendi dışındakileri anlayabilmesinin sırrı kendini bilip, anlamakta yatıyor. Nitekim hadisi şerifin de işaret ettiği gibi “kendini bilen hakikati bilir”. İnsanın yaşadığı dünyayı anlamlandırma serüveninin önce insanı tanımak ve anlamaktan geçtiğine duyduğumuz inançtan hareketle bu yazımızda “insan” mefhumuna yer ayırmayı uygun bulduk. Meselenin zorluğunun ayırdında biri olarak kaleme aldığımız bu konuyla yapmaya çalıştığımız şey, karınca kararınca yol almak için önden gidenlerin yaktıkları ışıkla kendi yolumuzu aydınlatmaya çalışmaktan ibaret olacaktır.

 

 

Alexis Carrel İnsan Denen Meçhul adlı eserinde insanların yıkıcı bir ilüzyonun kurbanları olduğunu, doğaya tahakkümü nedeniyle doğanın da öfkesine gark olduklarını iddia etmektedir. Bilimsel buluşların uygulama alanına taşınmasının kârlı bir iş olması, yaşamı kolaylaştırıp insan çabasını azaltması, emekçilerin yükünü hafifletmesi, iletişim imkânlarının artması ve hızlanmasıyla şekillenen modern dünya, insanların dikkatini, iradesini durmadan emen kana susamış bir canavara dönüşmüştür. Buna ilave olarak organik ve ruhsal dünyanın neredeyse tamamen unutulmasına da neden olmuştur. Medeniyeti ölümcül bir hastalık olarak niteleyen Carrel, modern insanın düştüğü bu marazdan gerçekliği tüm yönleriyle yakalayabildiği takdirde kurtulacağına inanmaktadır. Zira Carrel’a göre insanı nesne olarak gören tüm bilimler başarısızdır ve insanın kendi hakkında bildikleri ise çok azdır.

 

Alexis Carrel korkunç binalarıyla, fosil yakıta ve zehirli gazlara dayalı araç ve makineleriyle, çıldırtıcı gürültüsüyle, havasız dar sokaklara hapsedilmiş mutsuz insanlarıyla modern şehirlerin, sakinlerinin iyiliği için planlanmadığını iddia etmektedir. Madde bilimlerinde çok büyük ilerlemeler kaydederken canlıların bilimlerinde çok geride kalan insanoğlunun barbarlaştığını, ahlaken ve zihnen yobazlaştığını ve sonuç olarak mutsuz olduğunu ileri sürmektedir. Carrel’a göre aklı saf dışı eden bu patolojik durumun ilacı “kendimiz” hakkında çok daha derin bilgi ve anlayış sahibi olmamızda yatmaktadır. Zira bu bilgi ve anlayış bize yaratılışımıza uygun yaşamanın yollarını gösterecektir.

İnsan bilimleri tüm bilim ve disiplin dalları içinde en zor olanıdır. Zira kendini yani insanı anlayan tüm hakikatı da anlamaya kadir yaratılmıştır. Ne güzel söylemiş Şeyh Galip: “Hoşçabak zâtına zübde-i âlemsin sen; Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen…. İnsanın yaratılışın künhuna vakıf olması için kendine bakması, nefsinden yola çıkması,  araştırılması derya deniz olan bu alanda hakikate ulaşmasını hem kolaylaştıracak hem de hızlandıracaktır. Buradaki hızdan kasıt gereksiz oyalanmaların, dikkat dağıtıcı durumların tuzaklarına düşmeden yol almaya matuftur. Hız modern dünyanın amillerinin elinde çok mümbit ve çok mahir bir silah olarak kullanılmaktadır. Eleştirdiğimiz bu enstrümanı kendi uğraş alanlarımıza çekerek aynı cepheden ikinci bir darbe almamak gerektiğinin de farkında olmamız gerekiyor. Bizim derdimiz “bulur ya da bulmayız ama hep hakikat arayışında oluruz” derdidir. Bir şeylere bir an önce erişme düşüncesi modern insanın içine düştüğü derin bir tuzaktır, uzak durmak gerekir. Her şeyi kısayol tuşuyla halletme derdinde olanlar bilmezler ki hayatın kısayol tuşu ölümdür.

 

Mark Twain İnsan Nedir adlı eserinde yaşlı adamla genç adamı sohbet ettirir. Yaşlı adamın insanın sadece bir makine olduğuna ilişkin iddialarını genç adamın itirazlarıyla birlikte sunan, diyalog tarzında kaleme alınmış bu eserde yaşlı adamın gözünden hayata ve insana bakış eserin diğer kahramanı olan genç adamla birlikte eseri okuyanları da ters köşe etmektedir:  İnsan kendi kendine fikir üretemez, tüm fikirlerini dışarıdan sağlar, insanın başarısı kendine ait değildir, insanın başkasına yardımı bile bencilce kendi ruhunu tatmin etme dürtüsüdür, akıl insandan bağımsızdır ve insana itaat etmez, özgür irade diye bir şey yoktur! Bu iddialar insanı ve insan aklını yere göğe sığdıramayanlar için hiç de yenilir yutulur cinsten iddialar değildir. Ezberleri bozmak ve aptal tutsaklıkların peşinde koşmaktan kendini kurtarmak isteyenler için bu eser yeterince muharrik güç olacaktır.

Beynin gizlenmiş işleyişlerinin düşünce ve davranışları nasıl yönlendirdiğini anlamak üzere “psikanaliz” ile ilk sistematik adımı atan Freud özgür irade olgusunu da inceleme konusu yapmıştır. Freud’a göre yapılan seçimler ve verilen kararlar gizlenmiş süreçlerden türüyorsa özgür seçim ya bir kuruntu ya da en azından düşünüldüğünden daha sıkı bir şekilde sınırlandırılmış bir olgu olmalıydı. Aksi takdirde yüksek IQ’lü banka veznedarı Charles Whitman’ı durup dururken Teksas Üniversitesinin kulesinden 48 kişiyi ateş yağmuruna tutmasında amil güç ne olabilirdi? Tüm bunlar beynin arka sahnesinde başka aktörlerin de olduğu gerçeğine işaret etmemektedir de nedir?

 

Pink Floyd’un “kafamın içinde biri var ama o ben değilim” dediği şey Carl Jung’ın ifadesiyle “her birimizin içinde tanımadığımız biri daha vardır” dediği şeyle Yunus Emre’nin “bir ben vardır bende benden içeri” dediği şeylerin hepsi aynı gerçeğe mi ışık tutuyor? Kendine odaklanan, özüne yönelen, fiziki varlığı yanında iç varlığını da keşfeden böylelikle çift kanatlı, dengeli bir kıvam tutturarak hakikat yolculuğunda uzun mesafeler kateden insanların ortak özelliği olabilir mi bu zahiri benle batını benin oluşturduğu ikili ve ikircikli birliktelik?

Yaşlı bilgenin karşısındaki genci ikna edip etmediğinden pek emin olamamakla birlikte insanı harekete geçiren gücün hep dışsal bir güç olduğu iddialarına kendimizi fazla kaptırırsak birer “kaderci” olup çıkma gibi netameli bir duruma maruz kalabileceğimiz hususunda dikkatli olarak bu kitabı zihin dünyamızda yeni kapılar açsın diye seve seve okuyabiliriz.

Yaşlı adamın aktardığı pek çok anekdottan karıncalarla ilgili olanı, bir karıncanın bir insandan daha akıllı olabileceğine dair aktardığı anekdot gerçekten ilgi çekicidir. Bir karıncanın kendi türünden olmayan başka karıncayı, kloroforma batırılmış olsa, boyanarak rengi değiştirilmiş olsa bile beş yüz bin karıncanın yaşadığı bir yuvada ayırt edebildiği hayret vericidir. Bilge adamın anlattığı diğer bir anekdota göre çukura düşen fili kurtarmak için diğer fillerin gösterdiği akıl almaz çaba da dünyanın diğer sakinlerinden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu bize tebessümle öğretecektir. Sadece kendi dünyamıza çevirdiğimiz gözlerimizi aynı saikle diğer canlı türlerine de çevirip gerçekten ‘var olanı’ anlamaya çalıştığımız takdirde tüm bunlar bize aczimizi, sınırlarımızı ve haddimizi bildirmesi açısından manidar olacaktır. Biz onları anlayamıyoruz ya da ne gibi harikulade niteliklere sahip olduklarını bilmiyoruz, bilemiyoruz diye onların gücünü yok saymamız, kendimiz dışındaki canlıları küçümsememiz patolojik bir durumdur. İnsan sahip olma ve üstünlük kurma hırsıyla çıktığı yolda aşırı bencilce davranmakta kendi dışındakileri gerçek anlamda anlamaya çalışmamaktadır. Bu cehaletinin sebebi akıl ve empati yoksunluğu mu, vicdan eksikliği mi yoksa tüm dünyayı narsistçe kendi türünün ve edimlerinin çerçevesinde şekillendirmeye çalıştığı hastalıklı düşünce biçimi midir? İşte bu kitabı okurken bu meşum hastalıkların tümünden pekâla kendimizi kurtarabilme imkânı bulabiliriz. Kim bilir belki de kendimiz dışındaki diğer canlıları tam anlamıyla anlayabilecek düzeyde, onlar kadar gelişmiş varlıklar olmadığımızı bile düşünebiliriz!

Kendilik bilincimizi geliştirip dünyanın diğer canlılarına ilişkin farkındalık ve hayranlık derecemizi artırdığımız takdirde anlam arayışımızı bir yarışa çevirmekten vaz geçebiliriz. Acilen “biz ve ötekiler/rakiplerimiz” modundan çıkmalı, dünyayı daha güzel, daha yaşanılır kılmak için gücümüz yettiğince inceleme konusu yaptığımız şey ya da nesnelerle birlikte hepimizin bir bütünün anlamlı birer parçaları olduğumuzu hatırda tutmalıyız. Bir de her şeyden önemlisi teknolojiyle, modern düşünce biçimiyle, kurumsal eğitimle, algılarımızı teslim ettiğimiz tüm medyatik eğilimlerin sinsi yayınlarıyla körelttiğimiz yeteneklerimizi yeniden gün yüzüne çıkarabilmenin sevdasına tutulmalıyız. Kaynakların hızla tükenmeye yüz tuttuğu bu çağda hayatın her alanını “sürdürülebilir” kılma çabalarının temelinde de bu gerçek yatıyor olsa gerektir. Artık gitmiyor, bu düşüncesizce yaşanan, üretmeden sürekli tüketmeye dayalı yaşam biçimleri Dünya üzerindeki varlık nedenimizle birlikte varlıklarımızı da öldürüyor.

 

İnsanoğlu kendini tam anlamıyla hiç tanıyamadı… Dünyanın tek akıllı varlığı kendisi olduğu vehmine kapılır kapılmaz putlaştırdığı aklıyla çoğu -ya da her- şeyi bildiğini iddia etti. Oysa David Eagleman’a göre bilincimiz koca bir transatlantik gemisinde yolculuk yapan ama kıyıda köşede kalmış kaçak bir yolcudan farksızdı. Beynin işleyişinde en küçük rol “bilinç’e” ait olandı. Beyinlerimiz otomatik pilot modunda çalışır. Bilinçli zihnimizin altında işleyip duran dev ve esrarengiz fabrikaya erişimi ise son derece kısıtlıdır. Nitekim Michelangelo’ya o ünlü Musa heykelini nasıl yaptığı, Goethe’ye Genç Werther’in Acıları’nı nasıl yazdığı ile ilgili sorunlan  sorulara verdikleri cevaplar bir anlamda zihin durumlarımıza işaret etmektedir. Michelangelo “ben sadece koca mermer kütlesindeki fazlalıkları çıkardım”; Goethe ise “ben sadece kendiliğinden hareket eden bir kalemi tuttum” derken işaret ettikleri güç, ilham kaynakları ne idi acaba? Tamamen zihne, akla güvenip dayandığımızda kendimizi çokça sınırlamış oluyoruz. Oysa ki zihinlerimiz devre dışı olduğunda daha güzel eserler ortaya çıkabilmektedir. Bu hususa binaen Eagleman parmaklarımızı piyano üzerinde nereye zıplatacağımıza kafa yormaya başladığımızda parçayı çalamaz hale geleceğimizden bahseder. Bilincin müdahelesi işleri sanılanın aksine daha da zorlaştırabilmekte, işleri daha kötüye götürebilmektedir. Eagleman’a göre bilinci devreye sokmamak çoğu zaman en iyisidir ve bilinç devreye girdiğinde olan bitenden en son haberdar olan da yine bilincin ta kendisidir. Bilinçli zihin beyin etkinliklerinin merkezinde değildir; aksine marjinal bir köşede, etkinliğin sadece fısıltılarını duyabilecek kadar uzak bir konumdadır.

 

Yukarıda karınca ve fillere ilişkin verilen örnekleri artırmak mümkündür. Hayvanların yavrularını binlerce yavru içinde sadece kokusuyla tanıması gibi… İnsanın en büyük eksikliklerinden birisinin de hayvanlarda son derece güçlü olan ‘içgüdü’nün insanda yok mesabesinde olmasıdır. Bu minvalde biz de aklı bu kadar ön plana alarak yapılan bilinçli davranışlarımızla daha çok hata yaptığımıza inanmaktayız. Belki bir anlamda ‘Müslüman’ kelimesinin de ‘teslim olan’  anlamı taşıması da bu gerçekliğe işaret ediyor olabilir. Akılla yol almak yerine inanarak seçtiğimiz yolda akışa ve inanca teslim olmak belki de en iyi yoldur. Zira muhteşem bir donanım ve yazılımla inşa edilmiş olan insanoğlunun sırf bir yönünü, tek bir azasını merkeze alarak hareket etmesi bu muazzam yaratılışa en büyük hakaret, kendimize yapacağımız en büyük kötülük olsa gerektir. Canlıların var olageldikleri onca zaman boyunca genlerine işleyen, soluduğu havaya sinen o gizemi bulup çıkarmak için öyle sanıyoruz ki insanın önce kendisini  ‘aklın’ tasallutundan kurtarması gerekiyor. Kolektif bilinci önemsemek, akışa teslim olmak kendimizden menkul sandığımız gücü tek bir yerle sınırlamak yerine birliğin bir parçası olarak birliğin gücüyle hareket edebilmeyi öğrenmek sanırım şu an yapılması gereken en önemli şeylerden biridir. Rudolf Steiner, cennetten kovulmadan önce Tanrı’nın krallığında tanrısal yeteneklerle dolu insanoğlunun yeryüzüne inzaliyle, var olan ama kullanılmadığı için körelen yeteneklerini yeniden bulup açığa çıkarması gerektiğini söylerken herhalde bu gerçeğe atıfta bulunuyordu.

 

Eagleman hayvanlarda bilinç dışı algının bu kadar güçlü ve etkin olmasına mukabil bu yetenek ve gücün neden insanlarda olmadığını sorguluyor. Bu algı gerçekten yok mu yoksa yok mu sayıldı ya da kullanılmaya kullanılmaya yok olmaya yüz tutmuş da gözükmüyor mu? Steiner’a kulak verirsek insanoğlu yeryüzüne indi ve tanrısal yeteneklerini unuttuğu için kaybetti. Günümüz alim ve düşünürlerine kulak verirsek insanoğlu bilimsel çalışmalarla teknik ve teknolojik gelişmelere haiz oldu, kendini rahatlık ve konforun tatlı pençesine bırakıp önce bedenini ardından da ruhunu ıskartaya çıkardı. Ancak tüm bunlarla birlikte toprakla da bağını kestiği için sahip olduğu insani yeteneklerini dumura uğrattı. Kullandığı her eşyayı, telefonu, televizyonu, saatini, okul tahtasını, evini ‘akıl’la mücehhez kılma yolunda bu kadar hevesli yol alırken bu kadar kolaylaştırmaya çalıştığı hayatın ona iyilik, sağlık, huzur ve mutluluk getirmediğini/ getirmeyeceğini göremedi.

Modernitenin en büyük eleştirmenlerinden biri olan yakın zamanda kaybettiğimiz Zygmunt Bauman, kitaplarında ve yazılarında elitist, seçkinci düşünce yapısıyla moderniteyi her yönüyle kritize etmektedir.  Modernitenin aslında beklenilen refah ve iyimser ortamı getirmediğini, akılcı olmaktan çok, yıkıcı olduğunu iddia etmektedir.

İçinde yaşadığımız dünyaya farklı bir bakış açısıyla bakmak için okuyucularına gerçekleri göstermeye ve onları gerçeklerle yüzleşmeye yönelik kaleme aldığı eseri Iskarta Hayatlar’da Zygmunt Bauman sık sık “Gezegenimiz doldu” ifadesini kullanır! Bauman’a göre atık insanlar, harcanmış insanlar, ıskarta insanlar modernitenin kaçınılmaz sonuçlarından biridir ve modernitenin ayrılmaz bir parçasıdır. “Gezegen doldu” ifadesiyle Bauman artık insanın büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu iddia etmektedir; yaptığı analizlerle modern hayatın safralarını görünür kılmaya, son gelişmelerin acı ve çirkin taraflarını gün yüzüne çıkarmaya çaba göstermektedir.

Ralp Waldo Emerson “İnce bir buzun üzerinde kayarken, bizi güvende tutan şey hızımızdır” derken anlatmaya çalıştığı şey modern hayata ne kadar da uygundur. Zygmunt Bauman’ın akışkan hayat olarak adlandırdığı; davranışlarımızı alışkanlıklara, rutinlere dönüştürme fırsatı dahi bulamadan hızla değiştirmek zorunda kaldığımız bu yaşam ince bir buz tabakasından daha mı tekin bir yer? Peki sürüklendiğimiz bu girdabın içinde savruluşlardan kendimizi kurtarıp durup düşünmeye vakit bulabilecek miyiz? Bilimciliğe ve teknik gelişmelere kurban ettiğimiz becerilerimizi ve yetilerimizi yeniden kazanmaya yaratılış ayarlarına dönüp hayatı sürdürülebilir kılmaya, sağlıklı, mutlu ve huzurlu olmaya imkân bulabilecek miyiz?

Akışkan Hayat adlı eser, buz üstünde güvende kalabilmek için sürekli büyük bir hızla oradan oraya koşturmak zorunda kalan insanlara, katı ve durağan hiçbir şeyin kalmadığı bir yaşam içinde kalıcı anlamlar arayan insanlara yazılmış bir kitaptır. Bu kitap savaşlar, göçler, ekolojik felaketler gibi küresel sorunlar karşısında kendini aciz hisseden insanlara yaşadığı dünyayı tanımasına yardımcı olacak öneri ve yorumlarla doludur. Bauman bu eserinde; kendini tanımaya fırsat ve imkân bulamadan gezegeni hatta evreni tanıdığını, anladığını düşünenlerin oluşturduğu kaotik ortamdan çıkış yolunu bulacak, maruz kaldığı çaresizliği ‘çare benim’e dönüştürebilecek imkânları okuyucularının önüne sermektedir.

Durum tespiti ve çözüme ilişkin önerileriyle Bauman’ın resmettiği o meşum hayatı okuyucuların öncelikle müşahede etmeleri elzemdir. Bauman, insanlığın ulaştığı şu kertede yaşamın ne menem bir şey olduğunu açıklayarak  yorumlamaktadır. “Akışkan Hayat” olarak adlandırdığı bu yaşam Dünya’yı tüm canlı ve cansız parçalarıyla tüketim nesnelerine dönüştürerek hayatı büyük bir hızla büyük lokmalarla tüketmektedir. Kendini bu akışkan hayatın yalanlarına kaptıran insan da muazzam bir tüketici olmaktan öte gidememektedir. Zira Bauman’a göre tüketicilerle ve tükettikleri nesnelerle dolu bir dünyada yaşam, tüketimin hazları ve çöp yığınlarının yarattığı dehşet arasında tekinsizce sallanıp durmaktadır. Bu hayatı en çok besleyen şey ise kişinin kendisine ve kendi hayatına duyduğu hoşnutsuzluktur. Kapitalizm ve modern hayatın argümanları insandaki bu hoşnutsuzluğu sahte duygularla doldurmada son derece mahirdir. Ne derler “tabiat boşluk kabul etmez”!

 

Günümüz tüketim toplumu insanların arzularını tarihte eşi benzeri görülmemiş tarzda tatmin etme vaadi üzerine kuruludur. Bu toplumun birer üyesi olarak insanların hedeflerini düşük ve erişilebilir tutmaları tüketim toplumunun, tüketim endüstrisinin ve tüketim piyasalarının ölüm çanlarıdır. Bu çanları susturabilmek için tüketim toplumunun amil güçleri her ihtiyacı, arzuyu yeni ihtiyaç ve arzular oluşturacak şekilde tatmin edecek elverişli bir yolu kullanagelmektedir. Böylelikle bir ihtiyaç olarak başlayan her şey saplantıya, bağımlılığa dönüştürülmektedir. Sorunların çözümünü, kaygı ve acılardan kurtuluşu mağazalarda, kurumlarda arama hastalığı her alanda sürmektedir. Bu meşum sistemin uşağı ve tutsağı olan insanlar ne yalanların, aşırılığın ve israfın ekonomisi haline dönüşen sosyo-ekonomik hayatın girdabı olan tüketim pazarlarındaki tuzakların farkındadır ne de kurumların iyileşme sağlamadığının bilincindedirler. Sahte haz tuzaklarında sadece tüketerek tükenmektedirler. Tüketilen şey ise sadece kendilerinin değil tüm canlıların yaşam alanı olduğunun ise hiç biri farkında değildir.

 

Tüketim toplumu kurbanlarını, zamanlarının ve emeklerinin çoğunu hazlarını artırma uğraşıyla harcayan fertler olmaya zorlar, tüketimin “keyifli” bir şey olduğu inancını empoze ederek onları sürekli kandırır. Kral Midas’ın hayali 21. yy’da gerçekleşmiştir. Tüketim piyasası dokunduğu şeyleri tüketim emtiasına çok rahatlıkla dönüştürebilmektedir. Bugün elimizde bedenlerimiz üzerinde eşsiz bir denetim mekanizması sağlayacak araçlar son derece çoktur. Ancak buna mukabil bedenin ne olduğu ve nasıl kontrol altında tutulması gerektiğine ilişkin de derin şüphelerimiz vardır.

 

 

İnsanın belli bir hedefi olmadığında hedeften ya da hakikattan ne kadar uzakta olduğunu ve ulaşmak için ne yapması gerektiğini bilmesi, sorunları tespit etmesi, çözüm için mücadele etmesi imkânsızdır. İnsanın kendine bir hedef belirleyebilmesi için önce kendini ve içinde bulunduğu dünyayı tam anlamıyla kavrayabilecek bir gayret ve düşünce sistemine sahip olması elzemdir. Çözüm için tüm yollar önce düşünce biçimimizi ardından da yaşam biçimlerimizi değiştirmekten geçmektedir. Bilinç ve eylem düzeyinde bir birlik oluşturamıyorsak, düşünce ve yaşam biçimimizi değiştirmeye yönelik çözümlere algılarımızı açamıyorsak o zaman mevcut sorunlara çözüm için Jonathan Swift’in yoksullukla mücadelede fakirlerin 1 yaşına gelmiş çocuklarını zenginlere insan eti olarak yemek üzere pazarlamasından daha sarkastik bir hiciv geliştirmemiz gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir